Tarih yüzyıllarca insanı yiyip bitiren toplu ölümlere sebep olan ve ardında büyük korkular, acılar bırakan bir çok hastalığa şahit oldu. Şüphesiz bu hastalıkların çoğu toplumları büyük ve kitlesel travmalara maruz bıraktı.
İnsanın ölüme karşı olan korkusu, hayatını kontrol edemeyeceği hissi ve eceliyle değil ani ve çaresiz bir hastalıkla ölme ihtimali, aslında en temelde ölümün hala hayattayken bu kadar yakınına yaklaşmış olması; insanın kendine ve içindeki tanrısallığına olan inancını zayıflattı ve güçsüz hisssettirdi. Ancak bugün bahsedeceğim şey bu tür bir hastalık değil.
Bugünkü konumuz insan türünün yeni vebası; insanlığın ilk tarihlerinden bugüne kadarki tüm evrimsel süreçlerimizden sonra bugünkü insan, ataları içerisinde kendi varlığının, düşüncelerinin ve kendi beyninin en çok farkında olan versiyonu. Peki bu bizlere ne yaptı?
Farkındalık, her konuda, her şeye farkındalık; temelinde insana strateji kurma, irade gösterme, ilerleme ve gelişme açısından çok yol kat ettirmiş olsa da insana gizliden sinsice bir zehir enjekte etti.. KAYGI…
Farkında oldukça yönetme becerileri gelişen insan, en temelinde yine doğadaki diğer canlılar gibi bir hayvan olduğunun ve faniliğinin de farkına vardı. Ancak bu noktada ortaya yeni bir problem çıktı, insan kendi faniliğini, soyunun en başından gelen ilkelliğini ve kendi acizliğini de farketti ancak bu konuda yönetebileceği hiçbir nokta yoku.
Geliştirdiği tüm teknolojisi, ilerlemesi bile kendisinin sonsuz olması amacına hizmet eden insan, ne yaparsa yapsın bir gün sonsuz yaşam iksirini bulsa bile kendin ölümlülüğünün farkında olan bir canlı olarak sonsuza dek ‘son’ dan kaçmaya ve korkmaya devam edecek.
Gelgelim çağdaş vebamıza;
Bir yandan hiç ölmeyeceğimize dair inancımızı güçlendirmek için ertelemeye başladık önce her bir şeyi çünkü yarına ertelemek demek yarına uyanmaya emin olmaya ve bir yarının varlığına inanmaya devam etmek demekti. Akla gelebilecek her şeyi erteledik ki ne kadar süreceğini kontrol edemediğimiz yaşamımızın en azından gidişatını yönetebilelim. Kısıtlı zamanımızı bir gün bittiğinde eksiksiz ve mükemmel olarak tanımlanacak bir ömür haline getirelim.
Ancak ertelemek ve mükemmellik kaygımız hayattayken ve hazin sonumuzdan sonra insanların yaşamamız ve bizim hakkımızda düşüneceklerini öngörüp, kötü düşüncelerin önüne geçme arzumuz yeni bir şey ortaya çıkardı başta sadece kontrol hissetmek için yöneldiği iz erteleyicilik zamanla yerini cesaretsizliğe ve yeni adımlar atma kabiliyetinin önüne korkunun geçmesine yol açtı.
Ertelediğimiz her günden bir sonraki gün daha iyi yapacağımıza olan inancımızın üzerimize devirip bıraktığı daha iyi ya da mükemmellik kaygısı atacağımız yeni adımlara olan cesaretimizi ellerimizden çekip aldı.
Böylece aşırı bilinçli ve farkındalıkla donatılmış yeni türümüz müthiş bir depresyon ve anksiyete batağına sürüklenip, orada bocalamaya devam etti. En sonunda çevresinden önce kendisi kendinden mükemmeli bekleyen kendiliğimiz, bizlerde değer görmeye layık bir şey göremez oldu; dış sesler iç seslerin, dış yargılar iç yargıların, dış değerler içsel değerlerin yerini aldı ve dünyadaki kısıtlı ömrümüzde kıymetli olanın varlığımızın özü değil, yaptıklarımızdan başarılarımızdan ve mükemmelliğinizden ortaya çıkan ve çıkabilecek olanlar olduğuna çaresizce ikna olduk.
Varlığımızın ne kadar süreceğini bilemediğimiz dünyada var olmaya (burada yazarın bahsettiği varoluş; sadece hayatta kalıp, günü geçirmek değil; varlığı hissederek yaşamla bir olmak ve anın değerinin bilincinde olarak, ondan keyif alarak gerçekten var olmaktır.) değil beklentilere ve ilerleyip başarma zorunluluğuna boyun eğdik, değerli olanın bu olduğuna inandık.
Şimdi burada açıklamam gereken bir kısım var; elbette ki insanlığı bugünlere taşıyan, büyük fedakarlıklar ortaya koymuş liderlere, mucitlere ve sanatkarlara bir sözüm yok. Ancak aradaki fark anlaşılmalıdır ki; bu insanlar başarı ve ilgi için değil, varoluşlarının kendi başına olan kıymetine inandıkları için emek vererek bizleri bugüne taşıdılar.
Tam olarak bu kısımda günümüz ilişki ve yaşam denklemimizi nasıl tersten kurumaya başladığımız ve neden kendi hayatlarımıza sıkışıp kaldığımız gözler önüne seriliyor.
Bizler denklemi bir şeylerin sonunda gelen tatmin ile değer kazanmak üzerine kurduk. Oysaki bu baştan yanlıştı ve adaletsizdi; başarmadan değerli olamayacağına inanan insan, zaten halihazırda başarısız halde iken değersiz gördüğü kendisi için çaba göstermeyi tam olarak layık görmedi.
Oysaki bu geçmiş atalara bakacak olursak zaten kendilerini ve diğer insanları en başından hiçken de değerli, kıymetli gördükleri için insanı, kendilerini ve yaşamayı çaba göstermeye değer bulduklarından dolayı çabalayıp başarıya ulaştıklarını göreceğiz.
Burada durup cümlelerimi toparlamak ve anlaşılır hale getirmek istiyorum. Temel sorunumuz varoluş kıymetini tatmin, başarı ya da onaya bağlı kalarak kendilerimizi değersiz görme yanılgısına düştük. Sonrasında bu müthiş beklentilerin yol açtığı korku sebebiyetli erteleme ve cesaret gösterememe hastalıklarımız ortaya çıktı.
Ve böylece yaşama gerçekten dokunan, hisseden ve hayatın içinde var olan insanlar olmayı bırakıp, elini uzatan ama asla dokunamayan, yaklaşamayan varlıklar haline geldik ve bu kolektifleşip, her birimizin içine yerleştirdikçe, birbirimize dokunamayıp yalnızlaşan ve yalnızca dışarıdan bakıp yargılayan ve yargılanan potansiyel karakterler olduk. Bu da insanlığımızı kolektif bir yalnızlığa, değersizlik hissiyatımızın artmasına, memnuniyetsizlğe ve oradan en başına varolamama kaygısına ve sonucuna götüren koca bir paradoksa soktu.
Ve evet ilk akla gelen insanın kendini sürüklediği ya da sürüklendiği bu baht bir paradoksa dönüştüyse nasıl kurtulunur?
Ve gerçek daha can yakıcı ve çarpıcı ki, o da kendimiz içinde ve sıkışmış hissettiğimiz bu paradoksal yaşam gerçek değil.
En başından yanlış kurulmuş inanç örgüsü. Ve içinden çıkmayı göze alıp kafamızı kaldırırsak göreceğiz ki postmodern yüzyılda bizi hapsetmiş olan bu kaygı karadeliği, aslında bizi yakalayıp içine alan değil, bizim zihinlerimizin içine alıp çıkmasına izin vermediğimiz bir yapı.
Psikolojinin en genel kanılarından biri olan kaygının temelde insanın kendisini korumaya yarayan bir işlev olduğu savı doğrudur. Ancak kaygılarımızı yanlış zeminlerde, yanlış denklemlerde kurduğumuzdan bu kaygının bizi uzak tuttuğu tek şey gerçekten yaşamak ve var olmak.
Bu yarattığımız yeni kaygı vebası bizi en başından yaşam amacı ve varoluş arzumuzdan uzak tuttuğu için insanı ve insanlığı kendi içinde yok eden bir türe dönüştü ve tam da bu yüzden yüzyılımızın vebası.
Yeni ve sağlıklı olan, kaygının yerine koyacağımız denklemin temelini vererek sözlerimi sonlandıracağım.
Yeni vebamız, zihinlerimizde bizlerin yarattığı bir algıdan başka bir şey değil, öncelikle görmemiz gereken gerçek budur.
Bu gerçekle birlikte insan ilk deneyişler bizi zorlayacak olsa da, onu oradan çıkarabilecek tek gücün yine bizde olduğunu görmeliyiz. Nasıl olacağına gelirsek; bilindiği ama pek uygulanmadığı gibi anksiyetinin tersi eylemdir.
Zaten zihnimizde kurduğumuz bu düşünce sisteminin temelinin başından yanlış olduğunu konuştuk. Dolayısıyla ihtimallerimizde değil, zaten varoluşumuz ve kendimizi değerli, layık kabul edişimizle başlayan bir denklemin sağlıklılığı konusunda hemfikir olduğumuza inanıyorum.
Bu noktada şunu belirtmeliyim 'değerli olmak eşittir mükemmel olmak' algımızı da en başından silmeliyiz, bu bizi yine benzer bir döngüye sokar.
Yeni denklemimiz şudur 'değerli çünkü var, çünkü layık’.
Eğer zihinlerimizde bunu kurabilirsek; araç değil amaç olduğumuzu, hareketin başlama noktası olduğumuzu göreceğiz. Ve uzun zaman sonra değerli olduğumuz benliklerimizle, yeniden, gerçekten nefes alabileceğiz. Ve derdimiz birilerinden daha değerli, kıymetli olmak, yarışmak değil, değerli olan benliklerimize hak ettiği varoluş kavuşmasını yaşatmak. Ayaklarımızı yeniden gerçek zeminlere basmak ve zorunlulukla, kaygıyla değil, zaten layık olduğumuzu yaşamak için adımlar atmak, uzağında, etrafında peşinde değil, hayatın zaten içinde var olduğumuzu görerek, hissederek yaşamak, yeni ve gerçek nefeslerle buluşmak dileğiyle..
M.Leyla Özdoğan
YÜZYILIN VEBASI was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.