Yutan Anne ve Nitelikli Muhtaçlık Sendromu

İçerik üreticiliğinin iyiden iyiye bir gelir kalemi haline gelmesiyle neredeyse hayatın her anı kısmi bir içerik haline dönüştü. Bu durum başlangıçta düğün, nişan, mezuniyet gibi hâlihazırda kayıt altına alınan ve sonsuza dek anı olarak kalması istenen durumlar için geçerliydi, ancak bu içeriklerden para kazanıldığı görüldükçe olay daha derin boyutlara inmeye başladı; çiftlerin günlük hayatlarına dair çektiği kısa videolar.

Sizin de karşınıza çıkıyor mu? Elinden telefon düşmeyen, neşeli, kıpır kıpır, kendini entelektüel olarak kısmen geliştirmiş bir kadın ve süpürge çalıştırmaktan aciz, dünyadan haberi olamayan, neredeyse ütüde makarna pişirmeye çalışacak kadar beceriksiz, ilgisiz adam ekseninde şekillenen prototip hâline gelmiş binlerce ilişki. Elbette videoların geneli de kadının adama bir şeyler sorup veya yaptırmaya çalışıp, adamın da bu işlerde başarısız olması, devamında ise kadının bu duruma gülmesi ve takipçilerini de gülmeye davet etmesi etrafında şekilleniyor. Sanırım algoritma bu şekilde.

Bu durum insanlara telefon başında, anlam veremediğim şekilde tatlı gözükse de işin derinine inince karşımıza erkeklerin kimi zaman kasıtlı, kimi zamanlarda ise refleks olarak ortaya koyduğu bir davranış biçimi çıkıyor:

“Weaponized Incompetence”

Türkçeye “Silahlandırılmış Beceriksizlik” olarak çevirisi yapılan bu ifadenin tanım kümesi sadece erkeklerle sınırlı kalmıyor, ancak biz bu durumun erkekler tarafından nasıl kullanıldığı ve temelinde yatan psikolojik yansımalara değineceğiz.

Bir iş için yardım istediğinizde; “Sen daha iyi yaparsın.”, “Ben beceremem.”, “Elime yüzüme bulaştırırım.” gibi ifadeleri düzenli olarak duyuyorsanız, bu durum sizin de beceriksizliğini silah olarak kullanan kişilere maruz kaldığınız anlamına geliyor.

İlk olarak 1986 yılında iş yerinde sorumluluktan kaçmak isteyen insanları tanımlamak için kullanılan ifade, bugün bir bireyin bilinçli veya bilinçsiz şekilde kendini yetersiz göstermesi ve bunun sonucunda başka insanların görevleri onun üzerinden alarak gerçekleştirmesi olarak tanımlanıyor. İfade başlarda iş yerinde kaytaran kişiler için kullanılıyordu, ancak bugün geldiğimiz noktada asıl eksen ikili ilişkilere kaymış durumda. Zira iş yerindeki basit sorumlulukları dahi yerine getirmekten kaçan bir kişinin bunu ilişkilerine yansıtmama ihtimali oldukça düşük.

Bu sendrom ilişkilerde fiziksel işlerdeki yetersizlik oyunlarıyla başlıyor; çamaşır, ütü, temizlik… Bunları ben yapamam çünkü sen daha iyi yaparsın. Yemek mi? Ben yemek yapmayı beceremem ki… Savlarını ardı ardına sıralayan partnerin, gelecekte olası çocuğunun bakımıyla ne oranda ilgilenebileceği ise muamma. Bir noktaya kadar tolere edilen fiziki yetersizliğin devamında ise iletişim, duygudurum sorumluluklarından kaçış evresi geliyor ve ilişkiyi tek taraflı çabayla yürüyen bir yük hâline getiriyor.

Bu kişiler için ilişki bir anlamda kaçılacak daha fazla sorumluluk demek. Kendinizi eksik hissettiğiniz, bir travmanızla yüzleşmeniz gereken, tutunacak bir dala, hayatınızdaki kişinin omzuna ihtiyaç duyduğunuz anlarda sizi duygularınızla baş başa bırakmak, onun için ofiste basit bir işi stajyere devretmekten farksız.

Peki insanlar nasıl bu noktaya geliyor?

Bu sorunun birden fazla yanıtı olabilir. Bazıları bunu yıllar boyunca sorumluluktan kaçış için kendi kendilerine geliştirdikleri bir tembellik motivasyonu olarak kullansa da bazı durumlarda olay çok daha derin bir altyapıya dayanıyor. Alttaki problemi analiz edebilmek için bu kişilerin göze çarpan bazı temel eksikliklerini saptamalıyız:

Sorumluluktan kaçış, devamında genel olarak iş ve ilişkilere karşı bağlanma problemleri.

Bu tespitleri aklımızın bir kenarında tutarak, silahlandırılmış beceriksizlik sendromuna sahip kişilerin bilinçdışında yıllar boyunca geliştiğine inandığım bir kavram hakkında konuşalım:

Carl Jung’un Anne Arketipi ve Yutan Anne

Jung’a göre arketiplerin en temel olanlarından birisi anne arketipidir. Bu ifade, doğrudan kadın cinsiyetine atanmış annelik vasfının dışında, bir kavram olarak “annelik” sıfatını ele alır ve doğa, toprak, doğurganlık gibi kavramların bütününü ifade etmek için kullanılır. Jung, insanın doğduğu dünyanın yapısına içten içe önceden hâkim olduğunu savunur. Dolayısıyla ebeveynlik, çocukluk, doğum, gelişim ve ölüm kavramlarını algısında bir nevi refleks halinde bulundurur. Kadın, anneliği seçmemiş veya henüz anne olmamış olsa bile cinsiyetle şartlanan bilinçli bir yaşamı temsil ettiği için kadın arketipleri bir noktaya kadar anne arketipleriyle bağdaşır. Ancak erkek için çok daha bilinmez ve hassas bir deneyim olan anne kompleksi iki farklı şekilde tecrübe edilebilir:

Besleyici Anne ve Yutan Anne

Doğada canlılar genel itibarıyla yavrularının doğumu, beslenmeleri, büyümeleri gibi süreçlerle ilgilenir ve içgüdüsel olarak doğru zamanın geldiğini hissettiklerinde yuvadan ayrılmalarını sağlar.

Besleyici Anne arketipini de bu şekilde özetleyebiliriz. Besleyici anneler çocuklarını karşılıksız bir sevgiyle büyütür, onlara birey olma fırsatı verir ve sorumluluk alması gereken anlara gözlemci sıfatıyla şahit olarak çocuğun egosal gelişimine olanak sağlar.

Yutan Anne arketipi ise tam tersine, yavrusunun kendinden ayrı bir birey olduğunu kabullenemez. Bu tip ebeveyn-çocuk ilişkilerinde anne her durumda çocuk için daha iyisini kendisinin bildiğine inanır ve onun yerine kararlar alır. Küçüklüğünden itibaren işleri kendisi yerine halleden bu tek taraflı verici figüre zaman içinde bağımlı hâle gelen çocuk, sorumluluk bilinci geliştirmekte zorlanır.

Çocukluk evresinde bu durum pek garip karşılanmayabilir, ancak bu tip anneler zihinlerinde çocuklarını “sonsuza kadar çocuk” perspektifinde algılar. Büyüme evresiyle yüzleşemeyen anne, oğlunun hayatına giren her kadını yetersiz bulur ve onu sonsuza kadar kaybedebileceğinden endişe eder. Anne, karşılık bulmayan tüm beklenti ve hislerini; eksikliğini hissettiği sevgi ve değer ihtiyacını oğluyla içselleşerek gidermeye çalışır.

Ancak bu süreç her zaman kontrol manyaklığı seviyesinde bir baskıcılık sonucu ortaya çıkan kötücül anne figürleri doğurmayabilir. Bazı durumlarda da kendi gerçekleştiremediği potansiyelini oğlunun hayatında izlemek isteyen annelerin iyi niyetli gözüken manipülasyonlarına şahit olabiliriz. Bu potansiyel, annenin doğduğu evde bütüncül aile yapısının eksikliği paralelinde gelişen sevgisizlik veya başarısız bir evlilik sonucunda hayatında hissettiği yarım kalmışlık olabilir.

Örneği daha somut hâle getirmek adına, bu konu hakkında yapılmış en değerli incelemelerden biri olduğuna inandığım D. H. Lawrence’ın “Sons and Lovers” isimli romanına başvurmak istiyorum:

Romanda, kendini entelektüel bakımdan geliştirmiş, yeni taşındıkları maden kasabasına oranla daha yüksek bir sosyoekonomik duruma sahip olan Gertrude, bir dansta Walter ile tanışır. Walter ise alt tabaka sayılabilecek, eğitimsiz ve yarını düşünmeden yaşayan bir adamdır. Hayatı boyunca temkinli ve tutkudan uzak adamlarla karşılaşmış olan Gertrude, Walter’ın deli dolu ve onu kendisine çeken enerjisine âşık olarak kendisiyle evlenmeye karar verir.

Ancak çok geçmeden gerçekle yüzleşen Gertrude, Walter’ın kültürel birikimden yoksun, hiçbir konuda ortak paydada buluşamayacağı biri oluşundan rahatsız olur. Bunların üzerine Walter’ın içki düşkünlüğü, sürekli evlerine madenci arkadaşlarını doldurması ve yalancılığı eklenince, eşler arasındaki bağ iyiden iyiye kopar. Eşiyle kuramadığı bağın yanı sıra geride bıraktığı potansiyeliyle de vedalaşamayınca, tüm sevgisini ve hayata dair hırslarını oğullarına yöneltir.

Büyük oğlu William’ı hırslarını gerçekleştiremeyen yanıyla bağdaştırır ve onu sürekli başarılı olma, sosyal açıdan sınıf atlama konusunda teşvik eder. İyi bir işe ve gelire sahip olan William’ın hayatına bir kadın girer, ancak Gertrude bu kadını oğlu için yetersiz ve sığ bulur. Annesiyle arasında çocukluğundan beri süregelen aşırı bağ ve sevgilisi arasında bir seçim yapamayan William, bu duruma daha fazla dayanamaz ve annesi tarafından yutulmanın mecazi karşılığı olarak ani bir hastalık sonucu ölür.

Hayata dair hırslarının vekili olarak tayin ettiği oğlunu kaybetmenin acısıyla Gertrude, duygusal açlığını sanatsal yönü gelişmiş ve daha ince ruhlu olan küçük oğlu Paul’a yöneltir. Paul ve Gertrude bu noktada sırdaş olur ve birbirleri arasındaki sınırlar giderek ortadan kalkar. Gertrude için Paul, duygusal eşi gibidir.

Bir fabrikada kâtip olarak çalışan Paul, mesaisinden arta kalan zamanlarında resim yapmakta ve bunu hem hayatın gerekliliklerinden hem de annesinden kaçış olarak kullanmaktadır. Resim yaptığı sıralarda Miriam’la yolları kesişen Paul, sanatsal yönünü ve annesine karşı geliştirebileceği duygusal bağımsızlık fikrini onun sayesinde tanır. Ancak Gertrude, Miriam’dan nefret eder ve onu oğlunun ilhamını öldüren, onu duygusal açıdan sömüren bir vampire benzetir. İronik.

Duygusal bağımsızlığını elde etme çabaları sonuçsuz kalan Paul, Miriam’dan ayrılır ve karakteristik olarak onun tam tersi bir kişiliğe sahip olan Clara’yla görüşmeye başlar. Clara, aralarındaki bağın oldukça fiziksel oluşu nedeniyle Paul’un cinsel gelişiminin ilk adımı olarak düşünülebilir. Ancak Gertrude bu ilişkiye de onay vermez ve böylece Paul’un hem duygusal hem de fiziksel bağımsızlığı yolunda attığı adımlar sonuçsuz kalır.

Annesinin hastalandığı son dönemlerde ona bakma görevi yine Paul’a kalır ve aralarındaki bağ en sonunda duygusal ensest evresine ulaşır. Annesinin acısını içselleştiren Paul, onu bu azaptan kurtarmak için mi, yoksa kendi ruhunu özgür bırakmak için midir bilinmez, yüksek dozda morfin yardımıyla annesinin hayatına son verir.

Romanda gözüktüğü gibi ileri seviye vakalarda anne, hayatı pahasına oğlunu manipüle ederek onu kendine zincirler ve ruhunu adeta“yutar.” Onu sonsuza kadar beraber yaşayacağı bağlanma sorunlarıyla, birey olamamış bir yetişkin ergen olarak yalnız bırakır.

Gideceği okuldan giyeceği kıyafete, hayatına girecek kadından yapacağı mesleğe kadar gelişiminin her alanında kontrol altında yaşamış çocuk, yaşamanın başka bir alternatifini bilmediği için anne tahakkümünden kurtulduğunda dahi kendini özgürleştiremez ve annesinin kaybını içinde bir boşluğa dönüştürür.

Kimlik oluşturma süreçleri doğumlarından itibaren manipüle edilmiş bu çocuklar, hayatlarının büyük bölümünde karar mekanizmalarına güvenemez ve bağ kurma, sorumluluk alma gibi bireysel bağımsızlık gerektiren melekelere vâkıf olmakta zorlanabilir.

Kendi kuyruğunu yiyen yılan “Ouroboros” misali, ruhen kendini annesinin kordonundan koparamaz. Ruhunu ebedi zincirlerinden kurtaramadığı müddetçe sürekli bir yıkım ve yeniden yaratım döngüsünde benliğini tüketir.

Kaynakça:

-Jung, C. G. — die archetypen und das kollektive unbewusste

-Lawrence, D. H. — Sons and Lovers

Görsel Kaynakça:

-The Poor Mother, Hugues Merele

Recognizing Weaponized Incompetence | Mile High Psychiatry

Yutan Anne ve Nitelikli Muhtaçlık Sendromu was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.