“Gerçek, tıpkı zaman gibi, bir yanılsamadan ibaretti.” Gabriel García Márquez, Yüz Yıllık Yalnızlık
Her ne kadar “iletişim çağı” olarak adlandırılsa da, aslında bir “algı çağı”na dönüştüğümüzü söylemek bugün daha doğru olur belki de… Bilgi artık her yerde, ona ulaşmak çok kolay. Ancak bilgiye erişimden çok, bilginin nasıl sunulduğu, kimin sunduğu ve neyin görünür kılındığı ön planda. Gerçeklik artık sabit bir olgu olmaktan çıktı; yeniden yazılabilir, şekillendirilebilir, hatta gerektiğinde tamamen silinebilir bir şeye dönüştü. Her sistem, kendi çıkarlarına uygun ve kendi tabanını yönlendirebilecek bir görünürlük evreni inşa ediyor. Aynı coğrafyalarda insanlar farklı gerçeklikler içinde diğerlerine gözünü, kulağını kapatıp hayat sürüyor. Bu da “gerçeklik” dediğimiz şeyin günümüzde ne kadar manipülasyona açık olduğunu gösteriyor. Gerçeğin değersizleştiği, eğilip büküldüğü, hakikatin şekle kurban edildiği ve bazen ulaşılmaz olduğu, yalanların küresel boyutta sunulduğu bir çağda yaşıyoruz ne yazık ki. Bu yüzden en büyük ihtiyaç artık doğruyu bulmak değil; doğruyu duyurabilmek, görünür kılabilmek, kimlere nasıl sunulacağını yönetmek.
Bağımsız medya dediğimiz şey; özel pazarlama şirketleri gibi işliyor ve eski medyanın sorgulayıcı duruşuna karşı içeriden bir anlatı oluşturmaya çalışılıyor. Bunu özgür ve bağımsız yayıncılık adına değil, kendi düşüncelerini daha fazla yaymak hatta dayatmak, kendi ideolojilerine alan açmak için yapıyorlar. Ancak daha da sakıncalı olan, bu mecralarda görünür olan özneler, bireyler, mağduriyetler ya da başarı hikâyeleri bile çoğu zaman hak ettiği için değil; çıkar ilişkilerine veya fıtrî yakınlıklara göre belirleniyor. Görünürlük, niteliğin değil, ilişkilerin sonucu oluyor. Böylece medya artık yalnızca bilgi aktarım aracı değil; aynı zamanda ister siyasî, ister kurumsal, ister ideolojik olsun farketmeksizin iktidarların (güç sahiplerinin) vitrin düzenleyicisine, zihin inşa edicisine dönüşüyor.
İçinde yaşadığımız çağın en hüzünlü yanı, başkasının acısını, başarısını, emeğini ya da fedakârlığını görmezden gelmek olmalı. Üstelik bu görmezden gelme hali bir unutkanlık değil, bilinçli bir tercih.
Mağduriyetin, acının, başarının evrensel; adaletin ise kapsayıcı olması gerekirken, maalesef bugün kimliğe, inanca, yaşam tarzına, fikirlere göre derecelendirildiği bir ortamda yaşıyoruz. Acıların yarıştırıldığı, haberin hangisinin daha popüler olduğuna göre dizayn edildiği bir kültür gelişti, gelişti kelimesi bir ironiyi çağrıştırıyor çünkü bunlar bir gelişmişliğin değil ortaçağdan kalma burjuvazî bir olgunun gölgesi. Böyle bir zeminde insan nasıl gelişebilir, hakikatin sesi nasıl yükselebilir?
Albert Camus, Yabancı
Yanı başında aynı zulme uğrayan bir başkasının çığlığına kulaklarını tıkar; başka bir kötüyü, yaptığı zulümden dolayı taşlar ama aynısını kendi mahallesindeki kötü, yaptığında zulmü, yüce sebeplere bağlar, zalimi masum göstermek ve kutsîleştirmek için çabaya girer. Evet, her zalim zulmünü haklı gösterecek yüce bir amaç, kutsal bir söylem bulacaktır mutlaka. Hiçbiri yaptığını aşağılık sebeplere dayandırmayacak ve hepsi, Voltaire' nin Candide eserindeki gibi kahraman edasıyla yapacak kötülüklerini… Ancak insanlık, davranışların gerekçelerine değil sonuçlarına bakarak anlayacak ne kadar ürkütücü olduklarını. Bu da bir anlamda müdahale ve ıslahatta geç kalınacak demek, çünkü yolun başındayken zaten kulaklar farklı frekanstaki seslere karşı tıkalı, gözler de sadece aynı ufka bakanlarla beraber…
Bu parçalanmış ve sınıflandırılmış duyarlılık grupların kendi içindeki dayanışmasını desteklese de, grubun içindeki iktidarların otoritesini pekiştirse de yalnızca kolektif dayanışmayı değil, hakikatin kendisini, bireyleri ve toplumu da çürütecektir.
Artık sadece siyasi iktidarlar değil; bağımsız kurumlar, akademik çevreler, manevi bir değer veya ideoloji için bir araya gelmiş gönüllülüğe dayalı yapılar bile kendi bağımsız medyalarını bağımsızlık adına değil, kendi fikirlerini yüceltecek bir görünürlük evreni oluşturmak, bir diğerinin önüne geçmek, kendi tabanını kontrol etmek, algıyı yönetebilmek ve ürünleri pazarlayabilmek için kullanıyor. Bu şekilde temsil ettikleri grupların diğerlerinden iyice ayrışmasına ve bir birlerinin ötekisi olmasına sebep oluyorlar. Oluşturulan bu evrende öznelerin liyakate göre değil, şekilciliğe göre belirleniyor olması, kimlerin öne çıkacağına, kimlerin görünmez kılınacağına karar verilmesi ve yatırımların bu çerçevede yapılması her sistem içinde elit bir tabaka oluşturuyor. Bu uygulamalar yakın zamanda insanlardaki adalet duygusunu ve şeffaflığa duyulan güveni zedelerken, uzun vadede tek tip insanlardan oluşan dar kalıplara sıkışmış sistemlerin ortaya çıkmasına sebep olabilir.
Fyodor Dostoyevski
Kutuplaşma sadece fikirlerde değil, duygularda da derinleşecek ve herkes kendi mahallesinin kahramanına alkış tutarken, diğerlerinin varlığını inkâr edecektir. Ve bu sistemde mağduriyet, haksızlık, başarı, emek, fedakârlık, adalet ya da liyakat, hakikat değil; ilişkiler, çıkarlar ve şekilcilik belirleyici olacaktır. Gerçek misyonlar ve ulvî amaçlar ise okuyup sindiremediğimiz, duyup hissedemediğimiz için dünyadaki geçici ve kısa vadeli planlara kurban edilecektir.
İki doğru arasındaki açı minik bir sapma olarak başlangıçta tolere edilebilir gibi görünse de kenarlar uzadıkça büyük bir mesafeye dönüşmesi misali; başlarda bazen belki faydalı belki zararsız görünen bir kararın, takınılan bir tavrın günümüzde göze alınabilecek tavizler gibi görünse de yıkıcı etkisi bundan yıllar sonra bambaşka bir noktaya savrulmuş, amacından tamamen farklılaşmış olarak bulunabilir.
Bu tür bir eğilim, toplumsal yapının her aşamasında derinlemesine etkiler yaratabilir. İnsanlar yalnızca tanıdıkları ya da benzer değerlere sahip oldukları, aynı şeyleri düşündükleri kişilere fırsatlar sundukça, yapıcı eleştirlere arkasını dönüp, hep aynı şarkıyı dinlediklerinde; objektiflik ve çeşitlilik giderek azalır, farklı sesler dışlanır. Bu da güvenli bir alan oluştururken potansiyel yeteneklerin gözden kaçmasına neden olabilir. İnsan hakları, eşitlik ve fırsat eşitliği gibi temel değerler ikinci plana atılır; hem toplumsal hem de bireysel seviyede izolasyon artar. Bir bakmışız ki, eleştirdiğimiz durumların uygulayıcısı olmuşuz. Ve nihayetinde sıfır risk aldığımız kendi dar dünyamızda sıkışmış, oluşturduğumuz güvenli akvaryumda çok daha geniş bir potansiyelin önünü kapatmışız, okyanusa yüz çevirmişiz.
Oysa toplumlar her bireyin farklı yetenek ve perspektiflerinden beslenir, karşıt görüşlerle tekrar istikametine oturur, bazen sıcağa maruz kalır yumuşar, soğuğa denk gelir yoğunlaşır… bu şekilde yenilenir, ilerler ve denge sağlanır.
Gerçekten sağlıklı bir toplumun gelişebilmesi için farklı bakış açılarına sahip kişilerin, acılarının, başarılarının, seslerinin ve çabalarının da adaletli en kötü ihtimalle eşit şekilde görünür kılınması gerekiyor. Aksi takdirde, uzun vadede bu kutuplaşma daha da derinleşir ve dünya, 100 yıl önce roman yazarlarının hayal ettiği şeyleri bugün sessizce yaşarken, hâlâ distopyaların bizim tarihimizden çok daha ileride bir tarihte yaşayacağı avuntusuyla kendimizi kandırırız.
Yönetilen Gerçeklik ve Kutuplaşma was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.