Meritokrasi — Gemini
Hiç iş yerinizde veya sosyal çevrenizde, sırf “birinin tanıdığı” olduğu için hak etmediği bir koltukta oturan birini görüp, içinizde o tarif edilemez adaletsizlik hissinin yükseldiğini hissettiniz mi? Muhtemelen cevabınız “Evet”.
Peki, tam tersini düşünelim. Hiçbir “torpili” olmayan, sadece tırnaklarıyla kazıyarak, salt yeteneği ve çabasıyla en tepeye tırmanan birinin hikayesini okuduğunuzda ne hissediyorsunuz? Derin bir saygı ve “Demek ki olabiliyormuş” hissi, değil mi?
İşte bu hissin adı Meritokrasi.
Genellikle haber bültenlerinde, siyasi tartışmalarda “yönetim şekli” olarak duyduğumuz bu kavramı, bu hafta o sıkıcı, gri ve bürokratik koridorlardan çıkarıp; zihnimizin, iş yerimizin ve vicdanımızın tam merkezine koymak istiyorum. Çünkü meritokrasi, sadece bir yönetim biçimi değil; bir ideoloji, bir davranış biçimi ve hepsinden öte bir karakter özelliğidir.
Tarihin Tozlu Sayfalarından Parlayan Yıldızlar
Meritokrasi (Latince Merit yani “liyakat/değer” ve Yunanca Kratos yani “güç”) kelime anlamıyla “yeteneklilerin iktidarı” demektir. Ama bu tanım, işin ruhunu anlatmaya yetmez. Tarihe baktığımızda, imparatorlukların kaderini değiştiren anların, aslında meritokratik kararların alındığı anlar olduğunu görürüz.
Tarihten size, “benim adamım olsun” demeyip “işi bilen olsun” diyen birkaç erk sahibinden örnek vereyim:
- Cengiz Han: Tarihin en büyük imparatorluklarından birini kuran Cengiz Han, bunu sadece kılıç gücüyle yapmadı. O zamana kadar geçerli olan “kabile aristokrasisini” yıktı. Bir komutanı atarken onun hangi soylu aileden geldiğine değil, savaş alanındaki zekasına ve sadakatine baktı. Eski düşmanının ordusundaki yetenekli bir okçuyu (Jebe), sırf yeteneğinden dolayı en güvendiği generallerinden biri yaptı.
- Napolyon Bonapart: Fransız Devrimi sonrası kurduğu orduda liyakatin önemini vurgulamak için o meşhur sözünü söyledi: “Fırsat olmadan yetenek hiçbir şeydir.” Sadece bunu söylemekle kalmadı, sistemini de buna göre kurdu: “Her askerin sırt çantasında bir mareşal asası vardır.” Yani, eğer yeterince cesur ve zekiysen, bir köylü olarak girdiğin ordudan Mareşal olarak emekli olabilirsin. Soyadın değil, sahadaki başarın konuşur.
- Osmanlı ve Sokollu Mehmed Paşa: Klasik dönem Osmanlı bürokrasisi, belki de tarihin en ilginç meritokratik deneylerinden biriydi. Balkanlar’ın bir köyünden devşirilen bir çocuğun, padişahın mutlak vekili olan Sadrazamlık makamına (Sokollu gibi) yükselebildiği bir sistem. Genetik mirasın değil, eğitimin ve yeteneğin belirleyici olduğu bir yapı.
- Cumhuriyet ve Sadi Irmak: Genç Cumhuriyet’in “kıvılcım”ları… Atatürk, yetenekli gençleri tespit edip yurtdışına eğitime gönderirken onlara bir telgraf çeker: “Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum, alevler olarak dönmelisiniz.” O öğrencilerden Sadi Irmak, Berlin Üniversitesi’nde tıp okur, ülkesine döner, ordinaryüs profesör olur ve yıllar sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı olarak görev yapar. Liyakatle seçilen bir kıvılcım, gerçekten de bir volkana dönüşmüştür.
Bu örneklerde ortak nokta şuydu: Sistemi yönetenler, gücü paylaşacakları kişileri seçerken “Bana kim daha yakın?” diye değil, “Bu işi en iyi kim yapar?” diye sordular.
Sistemden Öte Bir “Zihniyet” Meselesi
Günümüze dönelim. Kağıt üzerinde “liyakat esaslı” olduğunu iddia eden yüzlerce şirket, kurum veya organizasyon var. Ama kapılar kapandığında işlerin nasıl yürüdüğünü hepimiz biliyoruz.
Geçtiğimiz günlerde Feyyaz Yiğit, İbrahim Selim’in programında hepimizin içindeki o ince sızıyı dile getiren harika bir tespitte bulundu: “Yeterinden fazla çalışsanız da başaramayabilirsiniz. Bir sürü insan çalışıyor ve kazanamıyor.”
Ne kadar acı ve gerçek, değil mi? İşte Feyyaz Yiğit’in bahsettiği bu “çalışıp da kazanamama” durumu, liyakatsizliğin en somut sonucudur. Emek ile ödül arasındaki köprü yıkıldığında, çalışmak anlamsızlaşır.
Gemini
İşte tam bu noktada asıl tezimi savunmak istiyorum: Meritokrasi, yazılı bir kural değil, gücü elinde tutan kişinin (erk sahibinin) ahlaki duruşudur. O köprüyü yeniden kuracak olan şey, yöneticinin iradesidir.
Mükemmel yazılmış insan kaynakları prosedürleriniz olabilir. Ama o son imzayı atacak yönetici, “Bu çocuk çok yetenekli ama bizim Ahmet abinin yeğeni değil, biz diğerini alalım” dediği anda o kağıtlar çöp olur. Ve o çok çalışan çocuklar, Feyyaz Yiğit’in dediği gibi, “başaramamış” sayılırlar.
Gerçek bir lider, meritokrasiyi bir ideoloji olarak benimser. Çünkü bilir ki; etrafını kendisinden daha zeki, daha yetenekli ve daha donanımlı insanlarla çevirmek bir özgüven göstergesidir. Yetersiz liderler (Insecure Leaders), koltuklarını korumak için etraflarını “evet efendimci” vasatlarla doldurur. Meritokrat liderler ise, işin en iyi şekilde yapılmasını kendi egosunun önüne koyar.
Yani meritokrasi, bir yönetim şeklinden çok, kişinin kendi yetersizlik korkusunu yenip, kaliteye teslim olma erdemidir.
İş Dünyasında “Sessiz İstifa”nın Panzehiri
Modern iş dünyasında “çalışan bağlılığı”, “verimlilik” ve son dönemin popüler terimi “sessiz istifa” (quiet quitting) çok konuşuluyor. İnsanlar neden sessizce istifa eder? Maaş yüzünden mi? Genellikle hayır.
İnsanlar, “Ne kadar çabalarsam çabalayayım, sonuç değişmeyecek” inancına kapıldıkları an ruhsal olarak istifa ederler. Feyyaz Yiğit’in bahsettiği o “kazanamayan çalışanlar” ordusu böyle oluşur.
Peki, dünyanın en iyi yeteneklerini mıknatıs gibi çeken şirketler bunu nasıl çözüyor? Cevap: Şeffaflık ve Acımasız Bir Dürüstlük.
Örneğin Netflix, “Yetenek Yoğunluğu” (Talent Density) adını verdiği bir prensibi uygular. CEO Reed Hastings bunu şöyle özetler: “Vasat bir çalışana vereceğimiz en büyük ödül, cömert bir tazminattır.” Kulağa sert geliyor değil mi? Ama meritokrasinin özü budur. Netflix, ofiste “sadece iyi” olanlara değil, “olağanüstü” olanlara yer açar. Bir çalışanın, yan masasında oturan kişinin de en az kendisi kadar zeki ve çalışkan olduğunu bilmesi, onu motive eden en büyük güçtür. Çünkü A sınıfı oyuncular, sadece A sınıfı oyuncularla çalışmak ister.
Benzer bir yaklaşımı Google, OKR (Objectives and Key Results) sistemiyle yapar. Google’da hedefler ve sonuçlar gizli kapaklı odalarda konuşulmaz; herkesin ne yaptığı, neyi başardığı (veya başaramadığı) şeffaftır. “Patronun gözüne girmek” diye bir kavram yoktur, “hedefi tutturmak” vardır. Dedikodunun yerini veriler aldığında, liyakat kendiliğinden çiçek açar.
Bir ofiste liyakat ideolojisi hakimse, orada şu atmosfer oluşur:
- Umut: “Çalışırsam, karşılığını alırım.”
- Gelişim Arzusu: “Daha iyi pozisyona gelmek için falanca kişiyle yemeğe çıkmama gerek yok, yeni bir beceri öğrenmem (yabancı dil, yazılım vs.) yeterli.”
- Adalet Duygusu: “Hata yaptığımda bedelini öderim ama başarırsam da alkışlanırım.”
Gemini
Bu ideolojiye sahip yöneticiler, çalışanlarına şu mesajı verir: “Senin kim olduğunla değil, ne ürettiğinle ve potansiyelinle ilgileniyorum.” Bu, bir çalışana verilebilecek en büyük motivasyon kaynağıdır. Şirketler için ise verimliliğin anahtarıdır. Çünkü en iyi fikirler, en kıdemli olandan değil, zihni en açık olandan çıkar.
Kendi Hayatımızın Meritokratı Olmak
Meritokrasiyi hep “devletten” veya “patrondan” bekliyoruz. Peki biz, kendi küçük iktidar alanlarımızda ne kadar meritokratız?
- Bir hizmet alırken işi ehline mi veriyoruz, yoksa tanıdığa mı?
- Çocuğumuzu yetiştirirken ona “Dayın varsa sırtın yere gelmez” mi diyoruz, yoksa “Kendini geliştirirsen dünya sana kapılarını açar” mı?
- Ekibimizde bir görev dağılımı yaparken adil miyiz?
Liyakat, toplumun tepesinden aşağı inen bir emir değil, tabandan yukarı yayılan bir kültürdür. Fırsat eşitliğinin olduğu, çalışanın kazandığı, bilenle bilmeyenin ayrıldığı bir dünya istiyorsak; bu ideolojiyi önce kendi davranış kalıplarımıza yerleştirmeliyiz.
Unutmayın; toplumlar, yetenekli insanlarına yol açtıkları ölçüde yükselirler. Ve o yolu açacak olan kilit, bazen bir yasa maddesi değil, bir yöneticinin vicdanlı tercihidir.
BONUS 😎
Yetenek mi, Soyadı mı? Bir Zihniyet Devrimi Olarak Meritokrasi was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.