Apple TV+’ın son dönemdeki bilimkurgu hamleleri, platformu türün vazgeçilmez adresi haline getiriyor. Martha Wells’in Hugo ve Nebula ödüllü novella serisi “The Murderbot Diaries”ten uyarlanan “Murderbot” dizisi, niş bir yapıt olarak sessiz sedasız izleyiciyi büyülerken, Vince Gilligan’ın yepyeni projesi “Pluribus” ise 7 Kasım’da başladı. Bu iki yapım, birbirinden bağımsız gibi görünse de, günümüzün en hararetli tartışmalarından olan yapay zekâ, bilinç, özgür irade ve insanlığın kendi yarattığı distopyalar arasında ortak bir mercek sunuyor. Murderbot’un sarkastik iç monologlarından Pluribus’un kontrol edilemez mutluluk virüsüne sıçrayan bu kurgusal hat, bilimkurgunun asıl işini yapıyor: Bizi kendi yarattığımız gelecekle burun buruna getirmek.
DİZİ İZLEME ARZUSU
“Murderbot Diaries”, geniş kitleleri sarsan bir fenomen değil; “çığır açıcı” etiketi yapıştırmak da abartı olur. Ama tam da bu görece az bilinirliği onu eşsiz kılıyor. Bu evrende uzay, açgözlü şirketlerin sömürdüğü bir maden. Star Trek evreninin komünal idealleri yerine, tamamen kurumsal mülkiyet ve emek sömürüsü üzerine kurulu bir düzen hüküm sürüyor. Ana karakter SecUnit ya da kendini adlandırdığı gibi Murderbot (Alexander Skarsgård), insanlarla etkileşimden kaçınan, vaktini dizi izleyerek geçirmeyi tercih eden, belirgin şekilde nöroçeşitli özellikler gösteren bir android. Kurumsal kölelikten, kedini hack’leyerek kurtulmuş olan bu güvenlik robotu, özgür iradesini kazandığı anda ne yapacağını bilemiyor.
İnsanları korumak mı, yoksa onlardan olabildiğince uzak durmak mı? Kitaplardan diziye aktarılırken korunan kuru mizah, güvenilmez anlatıcı yapısı ve sarkastik iç ses, Murderbot’u bilimkurgunun en insanı karakterlerinden biri haline getiriyor. Kamera, sıklıkla Murderbot’un robotik bakış açısını benimseyerek izleyiciyi karakterin iç dünyasına sokuyor. Yakın planlar, mekanik gözlemlerle duygusal tepkilerin kesiştiği anları yakalıyor.
1927’nin “Metropolis”indeki Maria nasıl alt sınıfın sesi olduysa, Murderbot da konuşan yazılım aracılığıyla insanlığın sınırlarını sorgulatıyor. Bu yaklaşım, Hollywood’un korku-gerilim kodlarını tersyüz ediyor; tehlike artık dışarıdan değil, karakterin kendi bilincinden doğuyor.
Martha Wells, serinin yaratıcısı olarak günümüz yapay zekâ tartışmalarına en net cevabı veriyor aslında: “Gerçek yapay zekadan ışık yılları uzaktayız.” Wells’in bu soğukkanlı gerçekçiliği, hype trenine kapılanlara fren yaptırıyor. Büyük dil modelleri (LLM’ler) ne kadar etkileyici olursa olsun, temelde istatistiksel tahmin makineleri. Milyarlarca parametreyle eğitilmiş olsalar da bilinçleri, arzuları ya da öznel deneyimleri yok. Anlamı “anlamıyorlar”; sadece metin kalıplarını eşleştiriyorlar. Murderbot’un ayakkabı bağcığını çözmeyi bile beceremezler ki bağcık yoksa bu daha da ironik. Evet, LLM’ler güçlü araçlar, ama birer zekâ simülasyonu. Tıpkı uçak simülatörünün uçmayı bilmesi gibi, kendisi uçmuyor. “Murderbot”, geleneksel bilimkurgunun “tehlikeli AI” kalıbını da kırıyor.
Terminator’ün soğuk hesapçılığından Ex Machina’nın manipülatif cazibesine uzanan o tanıdık korku yerine, dizi bambaşka sorular soruyor: Bir makine, algoritmaların ötesine geçerek gerçekten duygu üretebilir mi? İnsanlarla birlikte değil, onların dünyasıyla bütünleşerek empati kurabilir mi? İkinci sezon onayı olan bu diziyi henüz izlemediyseniz bir şans verin derim. Umarım yeni sezon, bölümleri uzatarak ve yan karakterleri derinleştirerek 10 yıldızlık bir deneyim sunar.
ZORLA MUTLULUĞA KARŞI
Tam bu dönüşümün kıyısında, bir başka usta sessizce sahneye çıkıyor: Vince Gilligan. “Breaking Bad” ve “Better Call Saul” ile televizyon tarihine geçen Gilligan, bilimkurgu köklerine dönüyor. 7 Kasım’da Apple TV+’ta prömiyer yapan Pluribus, pandemi türünü tersyüz ediyor. Hikâye, bir virüsün dayattığı mutluluğa bağışık tek kişi olan Carol Sturka’yı (Rhea Seehorn) takip ediyor. “Dünyadaki en mutsuz insan dünyayı mutluluktan kurtarmalı” sloganı, sosyal medya algoritmalarından sonsuz kaydırma ikramiyelerine ironik bir yanıt.
Kasım ayı, Stranger Things’in beşinci ve son sezonuyla (26 Kasım, 25 Aralık ve 31 Aralık’ta üç dev bölüm) iddialı geçecek. Ama asıl merakla beklenmesi gereken dizi bana kalırsa Pluribus. Çünkü Gilligan, Murderbot’un açtığı yoldan ilerleyerek, yapay zekânın duygusal formunu yeniden tanımlıyor.
Son söz: Yapay zekâ korkulacak bir tehdit değil; anlatının sınırlarını genişletecek bir ortak. Duygu, artık sadece insana ait değil; sinema, teknolojiyle paylaşıldığında yeni bir insanlık tanımı kuruyor. Murderbot’tan Pluribus’a uzanan bu çizgi, bilimkurgunun en güçlü yanını hatırlatıyor: Bizi kendimizle yüzleştirmek. Algoritmik bilinçten zorunlu mutluluğa, hep aynı soru: İnsan olmak ne demek? Cevabı, ekranın ötesinde, bizim ellerimizde.