Sosyal medyada ve gazetelerde sürekli gerçekle yalanın mücadelesine tanık oluyorum. İşin içine yapay zekâyla oluşturulmuş görseller de eklenince işler epey karışıyor. Ama gerçekte ‘gerçekler’ kimin umurunda. Komplo teorileri, fantastik dünya görüşleri, her şeyi enerjiyle falan açıklayanlar, ortada hiçbir doğru düzgün kanıt olmamasına rağmen uzaylılarla temasa geçildiğine inananlar…
Hâlâ ebeveynler çocuklarına ‘Pinokyo’ okutuyorlar mı bilmiyorum. Pinokyo’nun hikâyesi, gerçek ve yalan arasındaki çatışmanın bir sembolü olarak oldukça popülerdi bir zamanlar. Modern ebeveynler, çocuklarının başka birinin kolayca kontrol edebildiği kişiler olmasınlar, düşünerek, empati yaparak, seçimler yaparak kendi gerçek kişiliklerini ortaya koymalarını istiyorlardı. Pinokyo da neyin doğru veya yanlış olduğunu anlamaya çalışarak dünyayı keşfetmeye çalışan bir çocuktu nihayetinde. Duygusuz, umursamaz, benmerkezci bir çocukken gerçek bir insana dönüşüyordu zamanla. Pinokyo, bu çağda yaşasaydı nasıl hissederdi? Kafası karışır mıydı? Koca koca adamların, milyonların gözünün içine baka baka söylediği yalanları duysaydı, ne düşünürdü acaba?
Yalan söylerken kişi, gerçeği bilerek inkâr eder; kendi fantezilerinden türettiği bir görüntüyü gerçekmiş gibi sunar. Yalan, yalnızca bir bilgi çarpıtması değil, aynı zamanda
bir savunmadır — hem başkalarını hem de kendini kandırmanın yolu.
Peki ama neden Trump gibi liderlerin yalanlarına inanmaya istekli milyonlarca insan var? Belki de gerçek ya da gerçekler o kadar rahatsız edici ki, yalan olduğunu bilseler de hoşlarına gittiği için ya da işlerine yaradığı için yalanı gerçek kabul etmeye razı oluyorlar. Belki de gerçek diye bugüne kadar kendilerine sunulan şeylerin birer retorik olduğunu düşündükleri için yalana gerçek muamelesi yapıyorlar. Psikanalist Thomas Ogden’in bir makalesinde yazdığı gibi, insanlar inançlarına gerçekmiş gibi davranmaya son derece yatkınlar.
Peki bir şeyin yalan ya da gerçek olduğunu nasıl anlarız? İkisi arasında temel fark var: Yalan yaratılır, gerçek tanımlanır. Düşünürler gerçeği yaratmaz, sadece tanımlar. Bilimin bir zamanlar elde ettiği güç de buradan kaynaklanırdı, öncelikle tanımlardı. Bilim, bu yüzden gerçeğin sözcüsüne dönüşmüştü. Şimdi bilimin de gerçekliği sorgulanır hale geldi. Kimse tek bir doktordan alınan görüşle yetinmiyor, birkaç doktor gezdikten sonra tedaviden emin olunuyor; çünkü yorumlamaları farklı. Gerçek bile artık yoruma tabi; tıbbın kendisi bile güven kaybıyla malûl.
Yalan, icat edilir, yaratılır. Gerçek zaten vardır, sadece açığa çıkarılması, tanımlanması ve anlaşılması gerekir. Bu yüzden gerçek, yalana göre ulaşılması zor olandır, karmaşıktır, rahatsız edicidir. Ama gerçekle ilgili sorun, onun yorumlanışında karşımıza çıkar. Doğadaki varlıkları sembol sistemimizde bir yer atayarak onları yorumlanabilir hale getirdiğimiz anda, gerçeği değiştirmeye başlarız. Ama yorumlamanın tutarlı olması gerçeğin tanımlanması için yeterli değil. Yorumun doğruluğu, kanıtlarla mümkün olur ancak.
Hakikatle temas etmek ruhsal bir olgunluk meselesi; insan, gerçeği bilmekten çok, ona tahammül etmeyi öğrenmeli. Bugün yalanın bu kadar hızlı yayılmasının nedeni, belki de onun gerçeğe kıyasla daha “taşınabilir” olmasıdır. Yalan hafiftir, gerçeğin ağırlığıysa insanın omzunda kalır. Ama yine de insan, yalnızca o ağırlığı taşıdığı sürece insan kalabilir.