Yolsuzluk haberleri sıradanlaştı. Bu durumun nedenlerine ve sonuçlarına kimse kafa yormuyor artık, alıştık. Haberler sıradanlaştıysa yolsuzluk zirveye doğru hızla ilerlemiş, hayatın her alanını belirlemeye, her alanına sızmaya başlamış demektir. Küçük alışveriş hilelerinden söz etmiyoruz, büyük holdinglerden, siyasetin desteğiyle önü açılmış, haksız kazanç kapılarının önündeki engeller kaldırılmış büyük şirketlerdir söz konusu olan. Şimdi denilecektir ki, tarihin hangi anında olmadı ki bu tür dalavereler, kara para hikayeleri. Haklısınız, hep oldu; bu tarihsel kötü gidiş hikayesinin başlangıç noktası para ve mülktür.
Filozoflar, bilinen tarihin her evresinde paranın ayartıcı, yoldan çıkarıcı özeliği üzerinde durdular, yazıp çizdiler. Belki en eskilerden birisi, ünlü ozan Lucretius’un Türkçeye Tomris Uyar-Turgut Uyar tarafından Evrenin Yapısı adıyla çevrilen De Rerum Natura’sındadır. Şöyle yazar Lucretius: “…Mal tutkusunu altının bulunuşu izledi. / Altın çarçabuk alttetti güzeli, güçlüyü.” (Evrenin Yapısı. Norgunk Yayınları, s. 206) Sofokles, Antigone’da daha açık yazar: “Çünkü insanoğlunun hiçbir icadı / para kadar fesat verici değildir, / ülkeleri harap ve yerle bir eden odur: / Dessaslığı (hilebazlığı) öğreterek mertliği bozar ve böylece / asi ruhları fenalığın menfur yoluna saptırır.” (MEB Yayınları, Yunan Klasikleri-5, s.24) Konunun bilimsel açıklaması Marx’tadır.
Marx Kapital’in birinci cildinde mübadele sürecini açıklarken “fiyat metada nesneleşmiş emeğin para ile ifade edilen adıdır” der. (Yordam Kitap, Kapital Cilt 1, s.108) Ama değer büyüklüğü ile fiyat arasında büyük nicel farklılıklar olması mümkündür; sonuçta yine Marx’ın ifadesiyle “kuralların kendilerini ancak kuralsızlığın kör ortalamaları olarak hayata geçirebildiği bir üretim tarzında, bu biçimi uygun bir biçim haline getirir. (age, s.109) Peki değer ile fiyat arasındaki fark yalnızca böyle mi ortaya çıkar?
Yine Marx’a başvuracak ve artık uzun alıntılardan ibaret bu yazıyı hiç değilse gerçekleri, hem de bizim ülkemizin yüz kızartıcı gerçeklerini anlatan bir denemeye dönüştürmeye gayret edeceğiz. Şöyle diyor Marx: “Bununla beraber, fiyat biçimi, sadece değer büyüklüğü ile fiyat, yani değer büyüklüğü ile bunun parasal ifadesi arasındaki nicel uyuşmazlık olasılığı ile bağdaşmakla kalmaz, aynı zamanda, nitel bir çelişkiyi de gizleyebilir; öyle ki para metaların değer biçiminden başka bir şey olmadığı halde, fiyat değeri hiç ifade etmeyebilir.” (age. s.109)
Bundan sonra söyleyeceklerimizi, falan filanın ne kadar bilimsel bir temel üzerinde işini görmeyi seçtiğini yine bu yazının tek ve yeterli tanığı Marx’ın sözlerini sürdürerek göstereceğiz. Devam ediyor Marx: “Örneğin, vicdan, şeref vb. gibi kendileri meta olmayan şeyler, sahipleri tarafından para karşılığı elden çıkartılabilecekleri ve böylece bir fiyatları olacağı için meta biçimini alabilirler. Bundan dolayı, bir şey, bir değere sahip olmaksızın, biçimsel olarak bir fiyata sahip olabilir.” (age, s.109) Vicdanınızı, şerefinizi ya da gururunuzu vb. satılığa çıkardığınız, onu metalaştırdığınız zaman, kapitalizmin kurallarına pek uygun, ama bir emek ürünü olmadığı için gerçekte bir değeri olmayan, bu nedenle sanal olan “malınızı”, örneğin şerefinizi, piyasaya sunabilecek, belki de yüksek bir fiyata alıcı bulabileceksiniz.
Demek ki sık sık dile getirilen, siyasetin sıradan halini açıkça anlatmakta beis görmeyen temsilcileri tarafından itiraf edilen, “çalıyor ama çalışıyor” varyantı, daha önce epeyce büyük bir kitle tarafından kabul gören somut gerçek, yani hırsızlık, egemen sistemin hakikatini temsil ediyormuş. Biz de siyasetin genel politikası haline geldiği anlaşılan bu durumu Marx’ın büyük eseri Kapital aracılığı ile göstermiş olduk. Burada okur herhalde gerçek ile hakikat sözcüklerini birbiriyle ilintili ama farklı anlamlarda kullandığımıza dikkat etmiş olmalıdır. Bu somut durum gerçeği yansıtan bir haber olarak sosyal medyada kendine yer buldu; ama bu kadar değildir, o gerçek, Türkiye’nin, dönemin özelliklerinden birini karakterize eden hakikati-gerçekliği olarak tarihteki yerini aldı.
Acıdır ama kitapta yeri var. Başka ülkelerde de görülmüştür; Türkiye geçmişte o ülkelere benzememekle övünür, kendi kırık demokrasisinin, yolsuzlukların hayat tarzına dönüştüğü “demokrasilerden” olmadığını iddia eder, “muz cumhuriyeti miyiz biz?” diye sorulduğunda göğsünü gere gere “hayır değiliz!” diye yanıt verirdi. Haksız da sayılmazdı doğrusu; tek tek hırsızlıklar, soygunlar, evet gazetelerin halka duyurduğu “hayali ihracat” gibi gerçekler olurdu ama bu durum ülkenin yüzünü kızartacak bir hakikate, vahşi bir sisteme dönüşmemişti.
Marx, kapitalist üretim tarzını, onunla uyuşan üretim ve dolaşım ilişkilerini bu olguların klasik ülkesi İngiltere örneğinde çözümler. Fakat bunu yaparken çözümlemenin öteki kapitalist ülkeler için de geçerli olduğunun altını özellikle çizer, bu gerçeği “de te fabula narratur – hikaye seni anlatıyor” (age, s.18) sözleriyle vurgular. Hiç kuşkusuz bu sözler ne acı ki günümüz Türkiyesi için de geçerlidir. Olanı biteni bir kader gibi anlattık ama bu boyun eğilecek bir şeydir demek istemiyoruz. Kabul edilmemesi, her fırsatta itiraz edilmesi gereken bir bela olarak anlatıyoruz. Boyun eğilirse vicdanımızın ve şerefimizin metaya dönüşmesini kendi gerçeğimiz haline getirmiş oluruz. O zaman Kapital’den aktardığımız “vicdan ve şerefin metaya dönüşmesi” ne yazık ki arızi bir durum değil, günümüz Türkiyesi’nin ve aynı zamanda her şeye boyun eğen varlığımızın hakikatine dönüşür. Yıllar önce yazdığım bir yazıda anlatmıştım da bu çaresiz gibi görünen durumu, “parasız ve mülksüz olur mu hiç” diye itiraz etmişti kimi okurlar. Ben de demiştim ki; haklısınız parasız ve mülksüz yaşayamaz bu sistem; ama boyun eğmezseniz, en azından düzenin ömrünü uzatma suçuna ortak olmaktan kurtulmuş, onu yenme umudunu çoğaltmış olmaz mısınız? Değmez mi?
Böylece nerede durduğumu bir kere daha anlattığım bu yazıyı tamamladım. Hep aynı yerde, hep aynı yazıdayım. Hırçın dalgalarının sesini şimdiden duyduğum yeni yıl gelmeden “… işlerim var bitirilecek” diyerek izninizi rica ediyorum. Sizlere veda ederken, birikmiş borçlarımı ödemeyi, son sayfalarını yazmaya niyetlendiğim “Gecenin Kuyusunda” adını verdiğim romanı, “Suskun Sustalı” adlı şiir kitabımı, yaza boza ilerlediğim “Denemeler”i yeni yılın başlarında tamamlamayı umuyorum. Deli dolu bir yıl olacağı şimdiden belli 2026’nın, benim 77. yılımın da acele edilmesi, koşarak aşılması gereken bir yıl olabileceğini hatırlatıyor bana. Şimdilik hoşça kalın değerli okurlar…