Angelica Kauffman, “Cupid and Psyche,” 1792
Tahmin ediyorum ki, daha önce duyduğunuz mitolojik aşk hikayeleri; sonu ne kadar acı biterse bitsin, hatta ne kadar drama barındırırsa barındırsın, kulağınıza hep kutsal bir masal gibi geldi, değil mi?
Oysa bazı hikayeler var ki, bizi etkileyen ne ışıltısı ne de mutlu sonu. Asıl sarsan, acının içinden geçen aşkın ta kendisi. Psyche ile Eros’un hikayesi de tam olarak böyle; yalnızca bir aşk değil, bir ruhun sınavlarla örülü yolculuğu.
Şimdi gelin, güzelliğin bedelini ödeyen bir ölümlünün, tanrıların dünyasında yer edinmesini sağlayan cesur ve kırılgan adımlarla yazılmış bir efsaneyi tekrar hatırlayalım.
Güzelliğin Laneti
Psyche, bir kralın üç kızından en küçüğü olarak dünyaya gelmişti; ama onu diğerlerinden ayıran yalnızca yaşı değil, eşsiz güzelliğiydi. Bu güzellik öylesine etkileyiciydi ki, söylentiler saray duvarlarını aşıp krallığın dört bir yanına yayılmış, halk arasında Psyche’nin tanrıçalardan bile üstün olduğuna dair fısıltılar artmaya başlamıştı. Genç erkekler onu sadece bir an görebilmek için sarayın önünde sıralar oluşturuyor, onun geçtiği yollarda bir heykel görmüşçesine büyülenmiş gibi susuyorlardı.
Zamanla bu hayranlık, sıradan bir övgüden öteye geçerek neredeyse bir tapınmaya dönüşmüş; insanlar artık tapınaklarda Aphrodite’e değil, bir ölümlüye, Psyche’ye yönelmişti. Heykeltıraşlar Aphrodite’in siluetini işlemez olmuş, rahipler dualarında onun adını daha az anmaya başlamıştı. Bu küstahça ihmalin tanrılar dünyasında cezasız kalması beklenemezdi. Aphrodite, kendi onuruna gölge düşüren bu ölümlü kızı cezalandırmaya karar verdiğinde, doğrudan harekete geçmedi; onun yerine aşk tanrısı olan oğlu Eros’a bir görev verdi:
“Bu kızı bul ve onu, bu dünyada benzeri görülmemiş korkunç bir yaratığa aşık et.”
John William Waterhouse, Psyche Opening the Door into Cupid’s Garden, 1904
O sırada Psyche’nin babası, güzeller güzeli kızının neden kimseyle evlenemediğini düşünüp duruyordu. Bu yalnızca bir babanın endişesi değil, krallığın onurunu da ilgilendiren bir meseleydi. Halkın gözünde ilahi bir güzelliğe sahip bir kızın hala talipsiz olması, sıradan bir durum değil, neredeyse uğursuz bir işaretti. İnsanlar onu uzaktan hayranlıkla izliyor ama yaklaşmaya cesaret edemiyordu; çünkü bu kadar kusursuz bir varlıkla bir ömrü paylaşmak, kendi eksikliklerini her gün aynada görmek gibiydi.
Onların gözünde Psyche bir kadın değil, bir figürdü — dokunulmaz, ulaşılamaz, bir anlamda cansız. Kral, halkın bu çekincesini anlamasa da, kızının evlenemeyişinin ardında sıradan bir neden olmadığını sezmiş ve sonunda tanrılardan yardım istemeye karar vermişti. Güneş tanrısı Apollon’dan gelen yanıt ise umut verici değil, yıkıcıydı: Psyche, bir canavara — görünüşü korkunç ama kaderin emriyle tayin edilmiş bir varlığa — eş olmak zorundaydı. Apollon, kralın kızını siyahlar içinde yüksek bir dağın tepesine götürmesini, orada yalnız bırakmasını ve olacaklara boyun eğmesini buyurdu. Bu tanrısal emir, tabii ki sorgulanmaya açık değildi. Ve böylece, çaresiz bir baba ile kederli bir anne, kızlarını elleriyle karanlığa uğurladı.
İhanet, Kefaret ve Sonsuzluk
Eros, annesinin emriyle geldiği dağda onu ilk kez gördüğünde, beklenmedik bir şey oldu. Psyche ağlıyordu — ve bu ağlayış, Eros’un kalbinde ilk kez bir şey uyandırdı. Kendi oklarından biri yanlışlıkla kalbine saplandığında, yalnızca başkalarının değil, kendi kaderinin de değiştiğini anladı. Artık bu hikayede yalnızca bir aracı değil, bizzat başrolün kendisiydi.
François Gérard, Cupid and Psyche, 1798
Görevi annesine ihanet etmek pahasına değiştirdi. Psyche’yi alıp onu karanlığa değil, bir rüya sarayına götürdü.
Psyche gözlerini açtığında, kendisini ışıkla bezenmiş bir şatoda buldu. Gözle görülmeyen bir ses ona ne yapması gerektiğini söylüyor, o da şaşkınlıkla bu yönlendirmelere uyuyordu. Geceleri yanına gelen, yüzünü göremediği ama kalbini tanıdığı bir kocayla yaşıyor; sabahları ise yalnız kalıyordu. Bu gizemli düzen içinde aşkı hissediyor, ama zamanla yalnızlık da derinleşiyordu.
Luca Giordano, Cupid and Psyche, 1663
Kardeşlerinin ziyaretiyle bu yalnızlık yerini şüpheye bıraktı. Kıskançlıkla yoğrulmuş sözleri, Psyche’nin zihninde güvenin temellerini sarstı. Ve bir gece, o görünmeyen kocayı görmeye karar verdi…
Gece çöktüğünde, Psyche eline aldığı lambayla uyuyan kocasının yüzüne ışık tuttu ve karşısında bir canavar değil, tanrıların en güzellerinden biri olan Eros’u gördü. Ancak bu keşif, bir mum damlasının Eros’un omzuna düşmesiyle sona erdi. Eros gözlerini açtı ve karşısında güvenini kırmış bir sevgili buldu. Hiçbir şey söylemeden gitti — ve beraberinde aşkın ta kendisini de götürdü.
Eros’un gidişiyle Psyche’nin hayatı, aşkın kefaretiyle örülü bir yolculuğa dönüştü. Sevgilisine ulaşmak için tanrıların kapısını çaldı ama hepsi sırt çevirdi. Son bir umutla Aphrodite’in huzuruna çıktı ve ondan, acımasızca üç görev aldı: binlerce tahıl tanesini tek tek ayırmak, vahşi koyunlardan altın yün toplamak ve yeraltına inerek Persephone’den bir kutu içinde güzellik getirmek.
John William Waterhouse, Psyche Opening the Golden Box, 1903
İmkansız görünen bu görevlerde Psyche yalnız değildi tabii — toprağın karıncaları, nehrin kamışları, doğanın ve iç sesin görünmeyen eli ona yol gösterdi. Her sınav, bir sabrın ve sadakatin imtihanıydı. Fakat Aphrodite’in son numarası, bir görevin değil bir duygunun sınavıydı: merak. “Bu kutunun içinde güzellik varsa, neden bir damla almasın?” diye fısıldayan iç sesiyle kutuyu araladı. Ancak içinden güzellik değil, sonsuz bir uyku yükseldi. Ve Psyche, bir kez daha gözlerini karanlığa kapadı.
Onu bulan yine Eros’tu. Gözlerinde yorgun bir özlem, yüzünde yarım kalmış bir hikayenin izi vardı. Eğildi, Psyche’nin alnına bir öpücük kondurdu. Bu öpücük yalnızca bir sevgi gösterisi değil, sessiz bir diriliş duasıydı. Ve o dua kabul oldu.
Louis Jean François Lagrenée, Cupid and Psyche, 1790
Psyche gözlerini yeniden açtığında, kader artık değişmişti. Bu aşk, yalnızca kişisel bir bağ değil, tanrılarla konuşan bir hak talebiydi artık. Eros, Zeus’un huzuruna çıktı ve “Bu bağ ilahi bir iradeyle dokundu” dedi. Zeus, onların sevgisinin büyüklüğünü tanıdı; Psyche’ye ambrosia içirerek onu ölümsüzlüğe eriştirdi. Artık o, tanrıların arasında bir tanrıça, aşkın kutsanmış karşılığıydı.
Tanrılar çiftin birliğini onaylarken; Aphrodite sessizliğe büründü. Çünkü Psyche artık yeryüzünde bir ölümlü değil, gökyüzünde parlayan bir ışığa dönüşmüştü. İnsanlar tanrıçalara yeniden tapınmaya başladılar belki, ama Psyche’nin hikayesi artık onların dualarında değil, kalplerinin en derin yerinde yankılanıyordu.
William-Adolphe Bouguereau, Le Papillon (Psyche et l’Amour), 1895
Günün sonunda Eros ile Psyche’nin hikayesi, öyle sonsuz mutlulukla biten bir masal değil. Bu, sonsuzluğu hak edebilmek için verilen zorlu bir sınav aslında. Güvenin kırıldığı, affın yeniden doğduğu, sadakatin ve cesaretin yeniden yazıldığı bir aşk hikayesi. Tanrılar karşısında boyun eğmeden, sadece kalbinin sesini dinleyerek yürüyen bir ölümlünün… Aşk uğruna kendini yeniden bulma, yeniden var etme yolculuğu.
Çünkü aşk sadece görmek değil, görmeden güvenmeyi seçmek gibidir. Bazen de düşmek… ama düşerken bile sevmeye devam etmek gibi. Ve belki de en önemlisi şu: İnsan gerçekten seviyorsa, bir tanrıya dönüşmese bile, tanrıların bile önünde eğileceği bir sevgiyi var edebilir.
Uyuyan Güzel Değil, Uyanan Ruh: Eros ve Psyche was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.