Gül ÇİFTCİ – CHP Genel Başkan Yardımcısı
Siyaset bilimi literatürü, serbest rekabeti biçimsel olarak sürdüren; fakat hukuk, medya, idare ve yargı yoluyla “oyunun sahasını” iktidar lehine sistematik biçimde eğen rejimleri “rekabetçi otoriterlik” (competitive authoritarianism) olarak sınıflandırır.
Bu rejimler seçimleri kaldırmaz; tersine, seçimleri meşruiyet üretmek için tutar ama sonuçlarını bozacak araçları kurumsallaştırır. Steven Levitsky ve Lucan Way’in şeması ve Andreas Schedler’in “manipülasyon menüsü”, kampanya koşullarından sayım-itiraz aşamasına ve seçim sonrası yargı kararlarına kadar müdahale halkalarını tanımlar.
Türkiye’nin son on yılı bu literatürün bulgularıyla neredeyse birebir örtüşen bir uyum içinde.
Rekabetçi otoriterlik kavramını özellikle tarihsel kazanımların ardından karşı devrimci iktidarların, iktidardaki uzun kalış sürelerinde gözlemleyebiliyoruz. Buradaki temel noktanın karşı devrim ve kazanım olduğunun da altını çizmek gerekiyor. Demokratik bir kazanım olan oy hakkına yönelik saldırı bir rekabetçi otoriterlik örneği olarak karşımıza çıkar ve buradan da “seçimsizleştirme”ye gidilir.
Bu bağlamda “seçimsizleştirme” kavramsallaştırması, sandığın bizzat kaldırılmasından ziyade, seçmen için seçimin anlamının ve sonuç alma kapasitesinin ortadan kaldırılmasına işaret eder. Bu süreçte sandık vardır; ancak seçmenin iradesi, seçim öncesi-sırası-sonrası mekanizmalarla etkisizleştirilir. Burada temel amaç “oy verme” fiilinin sürmesiyle “hükmetme yetkisinin devri” arasındaki bağı koparmaktır.
Bu tip rejimlerde, “seçimsizleştirme” genellikle en büyük rakibe yapılır. Çok partili hayatlarda aynı anda birden fazla veya tüm rakiplere yapılan baskı totalitarizme karşı bir eksen oluşturacağından, en büyük rakibe yapılan baskıyla “seçimsizleştirme” süreci işletilir.
Güncel bir örnekle açıklarsak Hürriyet Gazetesi yazarı Abdulkadir Selvi’nin “Erdoğan, yeni dönemde CHP’yi yalnızlaştırmak için mücadele edecek. CHP ile diğer muhalefet partilerinin arasını açmaya özen gösterecek” sözleri durumu en net şekilde özetleyen anlatımlardan biridir.
Buradan hareketle biri temel diğeri güncel iki sorunun yanıtını aramaya geçebiliriz.
1- Seçimsizleştirme evreleri nelerdir?
Bu sorunun yanıtını kısa ama net şekilde vermek gerekirse ilk olarak karşımıza çıkan set; yargı-idari vesayeti ve medya-algı senkronundan oluşur.
Ceza soruşturmaları ve tutuklama-yargılama süreçleri, seçilmiş yerel yöneticilerin icra kapasitesini daraltır; kamuoyuna “suç isnadı altında yönetim” algısı yerleştirir. 2019’dan bu yana İstanbul örneği başta olmak üzere, seçim süreçlerinin sonucu, itiraz-dava-tutuklama döngüsü ile “sürekli belirsizlik rejimi”ne çevrilmiştir.
Burada temel kavram sürekli belirsizlik rejimidir. Seçimsizleştirme konusuyla ele aldığımızda iktidar için iki önemli başlık ortaya çıkar.
Seçimleri yapmak zorundadır, çünkü meşruiyet üretmek isterler.
Ancak seçimleri gerçekten kaybetmeyi göze alamaz, çünkü bu iktidarını sona erdirir.
Bu paradoksu çözmek için iktidar, “belirsizliği yok etmek” yerine onu yönetir.
Yani amaç, öngörülebilir bir hukuk düzeni kurmak değildir; tam tersine, siyasal aktörlerin, muhalefetin, hatta seçmenin geleceği konusunda sürekli bir belirsizlik duygusu yaratmaktır.
Özetin özetini yaparsak; otoriterliğin sürmesi, belirsizliğin sürdürülmesine bağlıdır. Rejim, herkesin neyin mümkün olup olmadığını asla tam olarak bilemeyeceği bir alan yaratır.
Yargı-idare adımlarıyla eşzamanlı yürüyen medya kampanyaları, seçilmişleri “potansiyel suçlu” olarak çerçeveler; bu da seçmenin seçimden beklediği “yönetme yetkisi devri”ni şüphe zeminine iter. Bu halka, “manipülasyon menüsü”nde seçimlerin meşruiyet üretme aracı olarak kullanılması ama sonuçların boşaltılması mantığına denk düşer.
2- Cumhuriyet Halk Partisi’ne yönelik saldırı son bir yılda mı gerçekleşti?
Hayır. Bu süreci anlamak için 2019’a dönmek gerekir.
6 Mayıs 2019’da YSK’nın İstanbul seçimlerini herhangi bir somut gerekçe olmaksızın iptal etmesi, seçim-yargı ilişkisi açısından bir dönüm noktasıydı. 23 Haziran’da Ekrem İmamoğlu’nun yüzde 54,22 ile yeniden kazanması, seçmenin iptal kararına sandıkta verdiği yanıttı. Bu yalnızca bir seçim değil, iktidarın yargı eliyle seçim sonuçlarına müdahale kapasitesinin “test edildiği” ilk andı.
31 Mart 2024’te CHP’nin yüzde 37,8 ile birinci parti olması ve büyükşehirlerin çoğunu kazanması, iktidarın sandıkta yenilgisini tescilledi. Ardından İBB Başkanımız Ekrem İmamoğlu ve çok sayıda belediye başkanımıza yönelik tutuklamalar, partiye açılan davalar ve kurultay baskıları geldi.
Cumhuriyet Halk Partisi’ne yönelik yargı operasyonlarının kronolojisi, aslında Türkiye’de demokrasinin hangi evrelerden geçtiğini gösteren bir aynadır. Bu aynada “Bunlar CHP’nin iç çekişmesi” görünmemektir. Bu aynada görünen tek şey “seçimsizleştirme” çabasıdır.
Artık mesele, operasyonların içeriğinden çok işlevine bakmaktır.
Çünkü yargılanan yalnızca kişiler değil; sandığın anlamı, seçmenin iradesi ve demokrasinin kendisidir.
Hedef, Cumhuriyet Halk Partisi değil, Cumhuriyet’in halk egemenliğine dayalı siyasal düzenidir.
2019’da başlayan bu süreç, 2024 sonrasında kurumsallaşmış; sandığın kurulmasına izin verip sonucuna izin vermeyen bir “seçimli ama seçimsiz rejim” halini almıştır.
Amaç, seçmenin iradesine müdahaleyi olağanlaştırmak, demokrasiyi yorgunluk ve umutsuzluk duygusuna hapsetmektir.
Oysa Türkiye’de sandık, Avrupa ülkelerindekinden çok daha büyük anlam taşımaktadır.
Bugün yaşadığımız, bir toplumun demokrasiye yeniden sarılma çabasıdır. Cumhuriyet Halk Partisi ise bu çabanın kurumsal hafızasıdır.
Yargı baskısı, idari vesayet ve medya manipülasyonu üçgeniyle örülmüş seçimsizleştirme düzeni, siyasi tarihimizde bir karşı devrimci saldırıdır. Cumhuriyete, oy hakkına, milli egemenliğe sahip çıkan toplumun tüm kesimlerinin karşısında duracağı ve sonunda kazanacağı tarihsel bir süreçtir. Çünkü halkın iradesini kalıcı biçimde susturabilecek hiçbir güç yoktur.
Seçimsizleştirme girişimi, sonunda halkın ve halkla birlikte olanların demokrasi ısrarına çarpacak. Ve ülkemizin kaderini belirleyecek olan da tam olarak budur.