Ülke futbolu, TFF Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nun 27 Ekim Pazartesi günü yaptığı açıklamayla yeni bir sürece girdi. Hacıosmanoğlu’nun ifadesine göre 571 hakemden 371’inin bahis hesabı bulunduğu, 152’sinin ise aktif şekilde bahis oynadığı tespit edildi. Tüm bu isimler Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu’na (PFDK) sevk edilirken İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı da konuyu en ince detaylarına kadar inceleyeceğini açıkladı. Peki tıpkı Alice gibi tavşan deliğinden içeri giren Türkiye futbolu, karanlıkta ne kadar ilerlemeye cesaret edebilecek? Gelin, hep beraber cevap arayalım…
METALAŞAN SPOR
Bahis, küreselleşen spor endüstrisinin artık kaçınılmaz bir parçası. Bir zamanlar kahvehanelerde ‘zevkine’ oynanan kuponlar, bugün uluslararası finans ağlarının yönettiği devasa bir pazarın unsuru. Televizyon reklamlarından stadyum panolarına, canlı yayınlardaki oran grafiklerinden futbolcuların bile sosyal medyada paylaştığı tanıtımlara kadar her şey bu çarkın dişlisi haline geldi. Dünyanın dört bir yanında insanlar bahis oynuyor ama kimisi yalnızca heyecan için kimisininki ise bağımlılık düzeyinde. Asıl tehlike, sporun bizzat içinde yer alanların hakemlerin, futbolcuların, teknik heyetlerin bu mekanizmanın bir parçası haline gelmesi. Çünkü o zaman mesele ‘şike’den öteye geçer, güvenin topyekûn yitimi olur.
Sorunun temelinde kapitalizmin, sporu da diğer her şey gibi metalaştırması yatıyor. Modern futbolun bugünkü hali, endüstrileşmiş bir duygunun fotoğrafı. Tribünlerde tezahüratlar devam ediyor ama oyunun anlamı değişmiş durumda. Artık gol, puan, başarı değil; her şey oranla, gelirle, tıklanma sayısıyla ölçülüyor. Bu düzen içinde bahis, yalnızca bir yan ürün değil, sistemin kalbi. Kâr hırsının ürettiği bir yan sanayi. Her penaltı, her kırmızı kart, her korner bir yatırım aracına dönüşüyor ve o yatırımın büyüklüğü futbolun ruhunu yavaş yavaş kemiriyor.
Ancak dünyada bu çürümenin en azından önüne geçmek için bazı refleksler oluştu. FIFA ve UEFA, “Integrity” departmanlarını kurarak maçların ve sporcuların finansal hareketlerini dijital olarak izliyor. Almanya’da Hoyzer skandalından sonra her hakemin mali geçmişi, banka trafiği, hatta yakın çevresinin bağlantıları bile periyodik olarak taranıyor. İngiltere’de FA’in “Betting Integrity Unit” birimi, şüpheli bahis hareketlerini anlık olarak tespit edip savcılıkla paylaşıyor. UEFA’nın sistemi, bir maçta olağandışı bahis hacmi oluştuğunda otomatik uyarı veriyor, maçlar incelemeye alınıyor, gerekirse ulusal federasyonlara doğrudan talimat gidiyor. Yani Avrupa’da tavşan deliğine girilse bile bir çıkış planı hep mevcut.
BOZUK ÇARK
Türkiye’deyse bu mekanizmaların hiçbiri işlemiyor. Kâğıt üzerinde var olan etik kurulları, pratiğe geldiğinde birer formaliteden öteye geçemiyor. Hakemlerin finansal kayıtları incelenmiyor, bahis siteleriyle doğrudan bağlantı kuranlar nadiren cezalandırılıyor. Sistem yalnızca görünür olana yaptırım uyguluyor, görünmeyene değil. Tavşan deliğinin ağzında bir bekçi var belki ama içerisi karanlık, kimse de orada ne döndüğünü görmek istemiyor.
Oysa gerçek mesele hakemlerin 20 liralık bahis oynaması değil. Gerçek mesele, o 20 liranın hangi zincirin halkasına bağlı olduğunu çözebilmek. Bahis piramidinin en alt basamağında hakemler var, en üstteyse yasadışı platformları yöneten baronlar, aracı şirketler, kara parayı aklayan finansal ağlar ve bu ağlara göz yuman siyaset. Bu sistemin merkezinde yalnızca para değil, sessizlik var. Çünkü herkes birbirini tanıyor. Herkesin bir bağlantısı, bir dokunulmazlığı var.
Papara dosyası işte bu sessizliğin en somut göstergesi oldu. Kara para aklama, yasadışı bahis ve suç örgütü kurma suçlamalarıyla açılan davada ortaya çıkan tablo, futbolun finansal damarlarına sirayet etmiş yapıyı gözler önüne serdi. Resmi sponsorluk anlaşmaları üzerinden milyonlarca liralık para akışının denetimsiz biçimde gerçekleştiği belgelendi. Papara yalnızca bir şirketin değil, Türkiye futbolunun aynasıydı. Paranın rengi griydi ama kimse o griyi görmek istemedi.
Geçen sezonun başında Galatasaray’ın formasında yer alan yasadışı bahis platformuyla ilgili herhangi bir soruşturma yürütülmemesi, tablonun ne kadar vahim olduğunu gösteriyor. UEFA’nın yasakladığı sponsorluk modelleri Türkiye’de hâlâ serbestçe dolaşabiliyor. TFF’nin bugüne kadarki sessizliği ise bu düzenin meşruiyet zırhı. Bir yanda “Hakemler bahis oynuyor” diyen bir başkan, diğer yanda bahis şirketlerinin milyon dolarlık reklam anlaşmalarına onay veren bir federasyon… Bu çelişki, tavşan deliğinin merkezindeki aynayı kırmak yerine cilalıyor.
Taraftar için ise tablo çok daha hüzünlü. Çünkü milyonlarca insan futbolu bir umut, bir kaçış, bir nefes alanı olarak görüyor. Oysa sistem, o nefesi bile fiyatlandırmış durumda. Artık bir maç sadece 90 dakika değil, aynı zamanda 90 dakika boyunca süren bir piyasa hareketi. Skorun değil, oranların belirlediği bir ritim. Taraftar kupon doldururken aidiyetini değil, emeğini kaybediyor. Ve her kupon bu devasa makinenin bir dişlisine daha dönüşüyor.
Bugün Türkiye futbolu tavşan deliğinin tam eşiğinde. İçeri girmek kolay, düşmek için ise yalnızca bir adım atmak yeterli. Ama düştüğün yerde seni bekleyen şey adalet değil, sistemin ta kendisi.
Alice, masalda deliğin sonunda yeni bir dünya bulmuştu. Bizim futbolumuzun sonunda ise ne var? Karanlık, suskunluk ve hesap vermezlik…
Belki de asıl soru şu olmalı:
Ülke futbolu tavşan deliğinde gerçekten ne kadar ilerlemek istiyor?
Ve bir gün, o delikten çıkmaya gerçekten cesaret edecek mi?