Zeynel Lüle – Gazeteci
Bir sabah, Ankara’nın gri göğsünde bir sessizlik yankılandı. O sessizlik, bir kanalın ekranından değil; bir halkın kalbinden kopup gelen çığlıktı. TELE1’e kayyım atandığında, yalnızca bir televizyonun yönetimi değişmedi. Bir ülkenin aynası çatladı, bir toplumun sesi kısıldı, bir mikrofon susturuldu.
Ben o mikrofonun başındaydım. Ankara Temsilcisi olarak değil, bir ses işçisi, bir kelime bekçisi olarak. Her sabah haberin nabzını tutarken, aslında halkın kalp atışlarını duyuyordum. Her cümle, bir annenin endişesi, bir işçinin haykırışı, bir öğrencinin umuduydu. Şimdi o cümleler, devletin mühürlü dosyalarında boğuluyor.
Suçlamalar geldi. Ağır, soğuk, yabancı kelimelerle: “örgüt”, “casusluk”, “manipülasyon”… Oysa biz yalnızca soruyorduk. “Neden?” diyorduk. “Nasıl?” diyorduk. “Kimin için?” diyorduk. Bu sorular, birer suç delili gibi önümüze kondu. Sorgu odalarında değil, vicdan terazisinde tartılmalıydı o sorular. Ama terazinin bir kefesi çoktan kırılmıştı.
Kayyım, yalnızca bir yönetici değil; bir susturucu. Bir kanalın damarlarına girip, kanı çekip yerine mürekkep pompalayan bir mekanizma. O mürekkep, iktidarın rengiyle yazıyor artık. Ama biz hâlâ kendi rengimizde direniyoruz. Çünkü gazetecilik, bir meslek değil; bir duruştur. Ve duruş, atanamaz.
Bu ülkede özgürlük, artık bir arşiv dosyası. Tozlu, erişilmesi yasak, açıldığında alarm çalan bir belge. Basın özgürlüğü ise bir efsane gibi anlatılıyor: “Bir zamanlar gazeteciler vardı, soru sorarlardı, yazarlardı, tartışırlardı…” Şimdi biz, o efsanenin son anlatıcılarıyız. Ve anlatırken, sesimiz titriyor ama susmuyor.
Muhalefetin sesi kesildiğinde, yalnızca politik bir denge bozulmaz. Toplumun iç dengesi de sarsılır. Çünkü muhalefet, yalnızca partilerden ibaret değildir. Bir çocuğun “neden yoksulum?” sorusu da muhalefettir. Bir kadının “neden korunmuyorum?” haykırışı da. Bir gazetecinin “neden susturuluyorum?” isyanı da. Bu sesler susturuldukça, ülke bir sessizlik korosuna dönüşür. Ve o koro, yalnızca iktidarın melodisini söyler.
TELE1’in ekranı karardığında, bir boşluk oluştu. O boşluk, yalnızca bir frekansta değil; halkın zihninde açıldı. “Artık kime güveneceğiz?” sorusu, sokaklarda yankılanıyor. Ve biz, o soruya cevap olmak istiyoruz. Mikrofonlarımızı geri istiyoruz. Kameralarımızı, kalemlerimizi, sorularımızı…
Bu makale, bir ağıt değil. Bir direniş şiiri. Çünkü biz hâlâ buradayız. Susturulmuş olabiliriz ama unutulmadık. Ve unutulmadıkça, yeniden konuşacağız. Belki bir podcast’te, belki bir sokak röportajında, belki bir şarkının sözlerinde… Ama mutlaka konuşacağız.
Çünkü gazetecilik, bir ses sanatıdır. Ve ses, yankılanacak yer bulur. Duvarlar örülebilir, ekranlar karartılabilir, dosyalar mühürlenebilir. Ama ses, rüzgâr gibi sızar. Ve biz, o rüzgârın şarkısını yazıyoruz.
Bir mikrofon sustuğunda, yalnızca bir ses eksilmez; bir halkın hikâyesi yarım kalır. TELE1’in ekranı karartıldığında, bizler yalnızca bir yayın değil, bir vicdanın yankısını kaybettik. O ekran, yıllardır görünmeyeni gösteren, söylenmeyeni söyleyen bir pencereydi. Şimdi o pencere kapatıldı, ama içeride hâlâ ışık var. Çünkü biz, karanlıkta görmeyi öğrendik; susturuldukça daha derin duymayı.
Bu ülkede gazetecilik, artık bir meslek değil, bir direniş biçimi. Her haber, bir tutanak değil; bir şiir, bir ağıt, bir çağrıdır. Bizler, kelimelerle barikat kuruyoruz. Her cümlemiz, bir özgürlük nöbeti. TELE1’e yapılan müdahale, yalnızca bir kuruma değil; bir toplumsal hafızaya yöneliktir. Ama hafıza silinmez, yalnızca yeniden yazılır. Ve biz, o yeniden yazanlarız.
Çünkü susturulmak istenen ses, halkın sesidir. Ve halkın sesi, ne kayyımla atanır, ne mahkeme kararıyla susar. O ses, biziz.