Shadow Work in Psychotherapy and the Art of Dying — David Russell
Kendisinden hiç şüphe etmeden masumiyet iddiasında bulunan biri, beni korkutur; hem de çok korkutur. Karşımda, içindeki karanlıkla yüzleşmekten fellik fellik kaçan birini görürüm. Masumiyetine bu kadar sorgusuz sualsiz inanan biri kendi gölgesiyle hayatı boyunca hiç tanışmamıştır. En ufak bir çatışmada kendisini kurban, karşısındakini zalim rolüne sokmaya, bütün suçu karşı tarafa yüklemeye hazırdır. Söylediklerinden ve yaptıklarından ötürü hiçbir sorumluluk almaz ve bunda da kendisini sonuna kadar haklı görür. Geçmişten bugüne dek kendisine yapılmış irili ufaklı ne kadar haksızlık varsa hepsinin hıncını karşısındaki kişiden almaya çalışır. Birikmiş bütün duygusal yükünü karşı tarafın üzerine boşaltır. Karşısındakini bir duygusal çöplük olarak görür.
Bu tür bir masumiyet, kişinin kendi derinliğinden, o dipsiz kuyudan duyduğu büyük bir korkudan başka nedir ki? En büyük suç, Dostoyevski’nin karakterlerinin de defalarca gösterdiği gibi, vicdanın o sağır edici sessizliğinde değil, tam tersine, kendisini yüksek sesle konuşarak aklamada yatar. Yeraltından Notlar’daki o adamın küstah gururu, Raskolnikov’un kibirle bezenmiş bir “istisna” olma iddiası, hepsi bu korkunun birer tezahürüdür: İnsan, eğer lekesiz değilse, o halde sorumludur. Sorumluluğa katlanamıyorsa, derhal bir kurban kostümü giyer ve tüm dünyanın kusurunu kendi sırtından atıp başkasının sırtına yükler. Büyük bir kaçış ve büyük bir ahlaki tembelliktir bu! Vicdanın çığlığını kendi haykırışıyla bastırma çabasından başka bir şey değildir.
Tarih, bu mutlak masumiyet iddiasının kanlı izleriyle doludur. Yüksek bir ahlaki idealin, şüpheden arınmış bir dogmanın bayrağını taşıyanlar, ellerini kana bulamaktan hiçbir zaman çekinmemişlerdir. Engizisyon, kendisini mutlak gerçeğin ve saflığın temsilcisi ilan ettiğinde, karşısındakileri de mutlak kötülüğün sembolü olarak ilan etmiştir. Suçlu ilan edilenin iç dünyasına, tereddütlerine veya çelişkilerine bakmaya lüzum bile yoktur. Çünkü saf olanın karşısındakiler sadece kirlenmiş olanlardır. Ve kirlenmiş olan, saf olanın kendisini daha da parlatması için yakılması gereken bir kurban haline gelir. Zulmün en korkuncu, her zaman mutlak iyilik iddiasının gölgesinde yeşermiştir. Zira safiyet, sorgulamayı reddeder ve insanı dehşet verici bir düşünsel ve eylemsel körlüğe mahkûm eder.
Karşısındakini duygusal bir çöplük olarak görmek… Masumiyet şampiyonu, kendi ruhunun dehlizlerinde çürümeye terk ettiği o utanç, o nefret, o kıskançlık yığınını artık taşıyamaz hale gelmiştir. Ve bu yükten kurtulmanın en kolay yolu, onu bir başkasının zihnine, kalbine, omzuna kusmaktır. Bu eylemle, sadece kendisini arındırmakla kalmaz; aynı zamanda karşısındakini kirleterek, kendi yalanının (masumiyetinin) gerçekliğini kanıtladığına inanır. “Kirli sensin, o halde ben temize çıktım.” Ne büyük bir ruh hastalığı, ne büyük bir vicdan oyunu! Kendi nefsindeki gerçek celladı susturmak için, dışarıda sahte bir cellat yaratır.
Oysa bu masumiyet zırhı, aslında özgürlüğün dehşetinden kaçışın ta kendisidir. Varoluş, bir seçişten ibarettir; her seçim, geride bırakılan bir yolu, dolayısıyla bir kaybı, bir günahı, bir sorumluluğu beraberinde getirir. Mutlak masumiyetin peşinde koşan ise, tüm bu kaotik ve belirsiz yükü reddeder. O, kapana kısılmış bir ruhun konforlu, suçsuz kafesinde yaşamayı seçer. Dışarıdaki dünya ne kadar adaletsiz ve zalim olursa olsun, o kafesin içindeki küçük kurban rolü, ona büyük bir teselli sunar: “Ben yapmadım. Onlar yaptı. Ben sadece mağdurum.” Böylece o, hayatın korkutucu karmaşasından ve insanın kaçınılmaz trajedisinden sıyrılmış olur; bir yaşam sürmez, sadece bir rol oynar.
Ve işte trajik ironi burada başlar: Mutlak masumiyet iddiası, aslında mutlak kötülüğe açılan bir kapıdır. Kendi şeytanıyla yüzleşmeyen, eninde sonunda o şeytanı dışarıdaki bir düşmana dönüştürüp, ona karşı amansız bir savaşa girişir. Bu savaşta, kendi ahlaki yozlaşmasını görmezden gelir. Böylece, masumiyet maskesi altında en büyük duygusal zalim doğar. Yargıladığı her kişide, sadece ve sadece reddettiği kendi yansımasını görmeye başlar.
Bu zırhı kuşanmış kişinin edebi bir karşılığı, Shakespeare’in trajedilerinde, özellikle de Othello’da vücut bulur. Othello’nun Iago’ya duyduğu sorgusuz sualsiz güven, Iago’nun Othello’nun kendi ruhundaki karanlığı reddetmesinden kaynaklanır. Iago, Othello’nun içindeki şüpheyi, kıskançlığı ve karanlık tutkuyu harekete geçiren bir aynadır. Othello’nun yıkımı, mutlak masumiyet iddiasında bulunmasıyla başlar. Kendisinin masum bir kurban olduğuna inandığı an, hiç tereddüt etmeden cellat gibi gördüğü Desdemona’yı boğar.
Bu tür bir duygusal salgın, ne yazık ki, yalnızca bireysel ruhlarda değil, toplumsal yapının damarlarında da gezer. Siyasi ve kültürel çatışmalarda, bir tarafın kendisini “tarihsel olarak haklı” ve “mutlak mağdur” ilan etmesi, diğer tarafı “ezeli düşman” ve “saf suçlu” rolüne itmesiyle sonuçlanır. Bu, Nietzsche’nin de uyardığı gibi, ressentiment’ın, yani intikam ve öfkenin toplumsal bir ahlaka dönüşmesidir. Mağduriyet, bir kimlik ve bir savaş çığlığı haline gelir. Artık amaç, adalet değildir; amaç, biriken hıncı kusmak ve kendi eylemlerine (bazen zalimce olanlara bile) meşruiyet sağlamaktır. Zira, kurbanın elindeki kılıç, her zaman en zalim kılıçtır. Bu noktada, ahlaki muhasebe tamamen askıya alınır ve kılıç vazifesini yapmaya başlar.
Böylesi bir ruh hali, zamanla kişiyi bir çeşit “sessiz deliliğe” sürükler. Sürekli olarak dışarıdaki suçluyu arama haliyle kendisinden beklenen sorumlulukları yerine getirmeyi bırakır ve hayatının günden güne çürümesine neden olur. Yaşamındaki her başarısızlığın, her hayal kırıklığının kaynağı başkalarıdır; dolayısıyla kendisinin değişmesi veya çaba göstermesi gerekmez. O, hak edilmiş ve kutsanmış bir bekleyişin içindedir; kurtuluşun ve adaletin dışarıdan gelmesini bekler. Bu pasif direniş, ruhu uyuşturan bir afyondur. Oysa gerçek kahramanlık, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inde olduğu gibi, acıyı kabul etme, hatta onu arama cesaretidir. Çünkü ancak kendi acısının ve suçunun sorumluluğunu üstlenen kişi, gerçek anlamda ruhani bir uyanışa erişebilir. Mutlak masumiyet arayışı ise, bu uyanışa giden yolu sonsuza dek tıkar.
Masumiyet zırhının en tehlikeli yönü, karşısındakini dürüst bir düşman olma hakkından mahrum etmesidir. Karşısındaki kişi, bir eylemi dürüstçe savunsa, bir hatasını kabul etse bile, masumiyet şampiyonu onu sadece “kötü niyetli bir zalim” olarak etiketler. Bu, hakikati boğmanın en rafine yoludur. Edebi planda, bu durum Ivan Karamazov’un Tanrı’nın yarattığı dünyanın adaletsizliğini reddetmesi ve bileti iade etmek istemesi gibidir. Ahlakın reddi, yaşamın kendisini reddetmeye götürür. Yaşamın kaosu ve kirli gerçekliği kabul edilemez olduğundan, masum kişi kendi hakikat odasına çekilir ve oradan dünyayı yargılar. Bu da onu sadece yalnızlığa ve soğuk bir kibre hapseder. Bu kibir, merhametin ve empatinin son zerresini bile kurutur.
Masumiyet iddiası, sahte bir sığınaktır. İnsan, ancak kendi kusurunu ve karanlığını kabul ettiğinde gerçek “ben”ine ulaşır. Kendi gölgesini kucaklayan, başkasını duygusal çöplük olarak görme ihtiyacı duymaz, zira çöplüğün kendi içinde olduğunu, fakat o çöplükte bile bir çiçek, bir özgürlük tohumu yeşertebileceğini bilir. Gerçek erdem, günahsızlıkta değil, günahı bilip yine de iyiliği seçme kararlılığında gizlidir. Bu kararlılık, tüm edebi ve tarihsel kahramanlıkların da temelidir.
Sorgulanmamış Masumiyet, Kötülüğe Açılan Kapıdır was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.