Hikayelerle Felsefe 2. Bir gün Thales, Hume ve Nietzsche’nin ruh tınıları aynı hikayeye Platon’un mağarasında konuk olmuşlar. Böylece arkhe’ yi, zorunlu bağlantıyı ve bengi dönüşü alt insan gözüyle düşündüren bir hikaye ortaya çıkmış.
Uykusuz bir gece daha. Tam sağıma dönmekten korkuyor, kulağıma gelen fısıltılara sağır kalmaya çalışıyorum. Gecenin içinde sanki korkularım, gün boyu ışıklı dünyanın içinde görünmez kılmayı başardığım hayaletlerim uyanıyor. Ne zamandır oradalar biliyorum ama o zamanları düşünmek hassas bir noktamda sızı bırakıyor. Eğer dokunursam beni içine çekecek ve aylar boyu kalabalık sofralarda, arkadaşların kahkahalarında, İstanbul’un dalgalı günlerinde beni kendi gerçekliğine çekip buralardan alıp götürecek ve benden geriye boşluğa bakan bir sessizlik bırakacak çok önceden beri hissediyorum bunu.
Bu yenilgi dolu bilme hislerimde geçip giden zamanların tozlu camları ardına saklanıp da yeni güne bakan bir ben var biliyorum. Ama o geçmişin içinde nasıl da güvenli bir heyecansızlık var. Yeni bir mutlu olamayacağım kanıtı olarak karşımda dikilecek bir hayaletle yıllar sonra yüzleşmek üzere buluşacağım düşüncesi, aynı mutsuzluk içinde dönüp durmanın başka bir senaryo ihtimali için hala saf bir inanç beslemek yerine fazlasıyla hazin bir yol olarak adımladığım bir ıssızlığa dönüşüyor.
Ayakkabılarımı bu yol üzerinde eskittim, en üzücüsü ruhumun eskidiğini hissetmek oldu. Hala üzerimde pullu kazaklarım, simli atkılarım, parlak ojelerim ya da umut dolu sözlerimi taşısam da içimde bir yerde tutuklu kalmış saf bir inanç var. Düşünmesi, hayal etmesi cezasını daha da arttıran bir tutukluluk hali hem de. Beni bu inançtan uzaklaştıran korkunç bir mantık ve o mantık düzleminde ilerleyen duygusuzluğa yakın bir iç cebelleşmesi. Mart karı gibi beklenmedik bir bilinen ki yüzüme soğuk rüzgarlar vurdukça ruhumun o karmaşık iplerine fırçayı vuruyor da sertçe tarıyor adeta, çizik çizik kalıyorum böylece. Kendi sözlerimle taranıyorum, kendi bakış açımla tırmalanıyorum.
Sea Boots by Andrew Wyeth, 1976.
Gariptir ki insan bir kezlerinden sonra hep o kezin içinde yaşar gibi yenilerin üzerine devrilir. Sonra devrildiği yerlerde bir başlangıç arar. Yumağı dolanmıştır bir kez. Şimdi başını bulmalı, düğümlerden sıyrılmalı ve tekrar sarmalıdır dünyasını başına. Fakat nerededir ki bu ipin başı? Düğümlenmiş de düğümlenmiştir sanki açılmamakta yeminli gibi. Kesip yeni bir milat mı belirlemeli yoksa bu parçalanmanın, dağılmanın kurallı bir yoluna girişmiş gibi olmasına izin mi vermeli? Vazgeçmemeli ve daha çok aramalı belki. Böylece daha çok düğümlenerek mi bağlanmalı hayata. Başka bir yol olabilir mi yoksa yalnızca ihtimalleri düşünerek seçim tembelliğine sıkışan zihninin kendine olan yargılarını mı ertelemek derdinde bu ruh?
Belki. Lakin hissediyorum ki aradıkça daha da düğümleniyorum. Bu düğümler için mi hayata bağlanın diyorlardır acaba diye düşünmedim diyemem. Zamanla anlıyorum ki bulmak üzerine değildi ilk adımım. Yalnızca aramak ile ilgiliydi, belki de bu yüzdendir aynı yolu turlayıp duruşum bilemiyorum. Sezinlediğim yerde bir gerçek var ama mantığım onu eğip büktükçe net göremiyorum. Yalpalayarak uzanıyorum ona, tuttuğum yine yalnızca benim elim. Ben bunu değil hayatın elini istiyorum sonsuz bir arzu içinde. Katışıkşıksız bir düşünceye, benim isteklerimle çarpıtılmayacak bir farkındalığa ve içten bir görüşe susuyor ruhum. İçim okyanuslarla dolu ama hala kuraklığı hissediyorum.
Üzerime yapışıp kalan her düşünce bu kuraklıkta akıp gidiyor, karmakarışık bir ben duruyor şimdi karşımda. Fenalaşmaya çok yakınım ama o saf inanç sızlıyor tam ayaklarımda, sızlıyor ve onları parçalarcasına kaşıyıp atmak istiyorum. Her düşüncem başka bir nedeni perçinliyor, yaşamaya devam etmekte inatçı bu iyi niyet. Diyorum ki kendime sonra, tekrar doğrulamak istercesine ve aynı zamanda bu doğrulamadan bir kaçış arayarak, fenalaşmaya çok yakınım ama bir fenalığın sonucunda içimdeki iyiye kalan son umudu da kendi ellerimle yok edersem işte o zaman uykusuzluğumun tüm nedeni kendim olurum.
Bu fısıltılar, bu düşünce ısırıkları, bu kuraklık bir yerde hala benden sebepsiz bir şekilde var oluyor. Fakat bir fenalığa kurban edersem kendimi işte o zaman sivri köşelerimle yuvarlana yuvarlana yol alırken hayatımda en çok darbeyi kendime ben vermiş olurum. Ve daha da korkuncu bir yerlerde, kaderin kurguladığı bu düzende, kendimle çarpışmamla yaşayacağım o gürültü ve belki de bir yıkım olması. Sonuçta insan kaç kez inşa edebilir ki kendini? Bu yıkımların tozlarından birleştirdiğin adeta anbean işlediğin heykelciksin sen diyeceksen bana içimde ansızın beliren iyi niyetim, dur ve düşün lütfen. Neredeyse tüm geceyi uykusuzlukla geçiren bir insan bu düşüncelere karşı ne kadar tahammül içinde olabilir, gününü yine uyku ile geçiren bir zihnin içinde döndürecekken dünyasını? Halbuki yalnızca uyuyabilmek için bunca karanlığın altında bekliyorum. Fısıltılar çocukluğumun çarşafının altından da bana ulaşıyor. Heykelcik olsam da iyi niyetim, kulaklarım hala canlı. Duyuyorum, hissediyorum ve hala uyuyamadım bu gerçeklere.
Ne yapsam uyku bana gelir ya da ben nasıl uykuya giderim? Işıkları yaksam tüm kalabalık başımda dönmeye başlayacak ve ben bu seslere karşılık vermeye yenik düşmüş hissediyorum. Karanlığın içinde yalnızca sesler var, gölgelerle resim çizmiyor zihnim. Işıkları açınca ne göreceğim bilemiyorum, o parlak ışığın bir anda gözümde şakımasından korkuyorum. Karanlığımda güvendeyim. Yatağımdayım, ışıklar kapalı ve bir şekilde zihnime uyuduğumu düşündürme olasılığım var. Gece sona ermeden bir uyku tanesi yastığıma değse ve dışarıda olan bitene tüm duyarsızlığımla kendi solipsistik dünyam içine dalıp gitsem keşke. Çelişkilerimle göz göze geliyorum ve biliyorum ki bu dönencenin içinde bir yerde hızlanarak görmezden geldiğimiz o temelde bir şeyler var. Fakat şimdi çelişkimle mutlu olmak istiyorum mümkün olabilir mi? Yine de elini alabilir miyim hayatın, en azından bir tanesini, yoksa binlercesi var da ben o bir tanesi için hasret kalıyorsam? Düşünceler uçuşmayın başımda, şimdi olmaz.
Christina’s World by Andrew Wyeth, 1948.
Gece de gündüz de zihnimin ısırdığı gerçeklik duvarlarımdaki boşluklarla birbirine denk olmaya başlayalı beri zincirlerimin yükünü bir kenara fırlatmak ve dogmalarımla iyi geçinmeyi daha makul görmeye başlıyorum. Yeni fikirlere yaşlı bir kulağım var, gürültülü bir gerçeklikte kör taklidi yapıyorum ve yine de her açıdan kendi dünyamla uyumu yakalarken dışarıdan kaçmayı başarıyorum. Korkunç bir zihin tozlanması dönemi içerisinde olmalıyım. Belki de yaptığım şey yalnızca ezbere bir iyi niyet çemberi dolaylarınca sadece hayvan doğasını reddetmek için huşu içinde zamanın kendisine geleceği anı bekleyerek tüm yıkım-yapım süreçlerini gözünden uzağa itmektedir.
O yüzden şimdi içimi rahatsız eden bir çıkar hissi, ruhumda yaralar açan bir bencilliğin peşinde ve aceleyle iyi bir niyete tutunuyorum, fazla düşünmeden. Eğer düşünürsem her yerden hayaletler fırlayacak ve bana duymak istemediğim fikirler aşılayacaklar. İstemiyorum bunları. Benim canımı, kanımı çalacak bu şırıngaların sivri ucu. Ben yaşamla dolup taşmak istiyorum, kendini kandırışların boşluklu mantığı ve aptal gözüken neşesi içinde.
Bugün çok ama çok arası açılan o mantık boşluklarını dolduramam. Yalnız gerilerde bir yerlerde anımsayamadığım, kaptırdığım, verdiğim ya da gözlerimi kaçırdığım köşelerimde işe yarar parçalar var. Sanki tam da aradığım yapboz parçaları gibi bekliyor mantığım, o boşluklara yerleştirmemi makul bir nedeni. Neresinden tutunsam bir şekilde üzerine inşa edebilirim zihnimin zemininde. Katlar çıkıyor düşlerim ve örülüyor her an bir neden zinciri aklın ortasına. Diyebilirim ki mantık istediği gibi örebilir hayatı bir elbise gibi, yalnız ruh dediğimiz o şeffaf ve yoğun, o dalgalı ve serin bilinmeyen his, o hayatı üstüne giyip giymemek kararını verebilir. İpin rengine, tığına karışamaz belki mantık ama ilmekler de yalnız o sezgi dolu hayalgücü eşliğinde kendisine ait kalacağı inancı ile dolmuştur ki haklılık payına hayran kalıyorum. Yalnız benim böyle elbisesiz oluşuma bakmak olmaz işte, binlerce ilmek var ellerimde. Sadece dolanıklık dolu ipim, şimdi bu karmaşayı çözmek gerek. Bir yere fırlatıp atmalı yumağı ve devam etmeli, yol uzuyor. O zaman nerede sokaklarım, caddelerim, şehirlerim, benim göğüm nerede?
Tüm parçalarımla, hatta parçacıklarımla hissediyorum ki fotoğraflar gibi dondurulmuş ama hissedilen bir an yakalayacak ucundan beni ve en sakin yolu bulacağım. Bu sanki çocukluğumu dizdiğim babaannemin o tek katlı evindeki ön odasının vitrini gibi gıcırtılı, sıcaklık veren bir inanç. Ağır, sallanan, belki biraz kaba ama ne kadar eskirse eskisin hep yeni bir şey gibi zihnimin üstüne koşturup raf aralarında taze bir iz, parlak bir bağ bulup da ruhunun en ortasından düğümleyeceği türden. Anılar ve çocukluğumdan bir iz ki duygusallığıyla beni kendisine çekiyor, üstüne mantık bakanlığımı atayacağım. İşte böyle.
Ben var olduğum andan itibaren despotluğun yönetimine seyirci kaldım. Sanırım o yüzden uzun başımı uzatacağım ve çıkan her sesin üzerine yargılar yağdırıp konuları kapatarak kendimi egemen ilan ederken bir de tahtımda partiler düzenleyeceğim. Ancak biliyorum ki bu vadesi dolu bir kalkınma planı, işte bu bilgi içten içe bana daha da mantıksız ve acımasız olmam konusunda itki veren bir kuvvet olacak. Despot gücünü güçsüzlüğünden alır. Öyle görmüştüm eski bir kitabın karanlık sayfalarında. Ancak insan kendi sesini duyurma hırsı içerisinde başka seslerin ne dediğine fırsat bırakmaz. Hep kendi sesini duymak ise nasıl bir güç hegemonyasıdır ki meşru olmayan tek şey bu meşrutiyeti sorgulamak olmalı. Çok fazla sesimi duyuyorum.
Korkuyorum, fısıltıların içinde bana dair bir şeyler var. Hiç bu kadar kendimden kaçarken kendimle çarpıştığım olmamıştı. Onca yolu yürüdüğümü sanırken hep aynı adımlar, hep aynı güzergah ve hep aynı ayakkabılar içinde ömrümü eskitmişim sanki. Yeni yollara koşturuyor, ayakkabılarımı fırlatıp atıyorum, bu kez görüyorum ki zihnimde hala aynı yolu yürüyorum ben. Bir şeyi reddetmeye çalışmanın, bir kaderin tersini kendime inandırma yükümlülüğü taşıdığımı düşünmenin baskısı içinde çabalarımın gerisin geri teptiği ve beni düştüğüm yerde tek başıma bırakıp sol bileğimdeki yaramı görmezden gelerek yürümem gereken yol ve yetişmem gereken bir ev fikri dolaylarında unutmaya çalıştığım kendim ve acım ile uyuduğum günleri anımsıyorum şimdi.
Bu gece o uyuduğum günlerin acısını mı çıkarıyor diye düşünmek dramatik olmayı sevdiğimden olabileceği gibi gerçekliğin ne kadar dramatik olduğunu da gösteriyor olabilir. Daha fazla bu dramatikliğin içinde sıkışırsam hareket edebileceğim bir düşünce alanım kalmaz biliyorum, bu yüzden yine ötelemeli kendimi bir yerlere. Karanlık sabahlara, bulanık güneşli akşamlara, soğuk rüzgarların vurduğu baş ağrılarına, atkılara, kazaklara ve petek önünde geçen akşamlara dönmeli içim. Bir özlem var içimde, gelecek bir mevsime. Belki de ona geçmiş bir mevsim de diyebilirim. Lakin bu gece bir öğlen gününe özlem var içimde o kesin.
Winter by Andrew Wyeth, 1946.
O öğlen ki içime vuruyor hala heyecan, beni sıkıştığım o düzenin arasından hızlıca alıyor küçük sarı taksi. Tam ortasındayım yolun ve durup yalnızca seyrediyorum. Biliyor gibiyim, sanki bir şeyleri sezinliyorum ama o beyaz gömleği, kravatı ve parlak siyah ayakkabıları ile önümde. Bu kez kendi elimi, en azından birini, bırakıyorum. O yabancı el bir an çok tanıdık görünüyor bana ve tutuyorum. O da ne öyle, hatırlayışlar geri getiriyor soğuk terlerle uyandığım geceleri ve ardından yeminim çınlıyor kulaklarımda. O taşı yukarı taşıyacağım, o tepeden yukarıda her ne varsa oraya bırakacağım bu yaşamak yükünü. Ben ne istiyorum, neden kabul ediyorum bunu bilmeden kendimi bir düzeneğin içinde buluyorum. Özüne ihanet etmek demek olabilir mi bu, belki en uç noktalarında olan açıklama olsaydı. Sislerin içinde ne hissediyorsan onu söylemeli aklın, çünkü bir yerlerde aklını susturmak isteyen bir gelecek var.
O sahnelerinin içine şiirden portreler bırakan adam demiş olmalı, ilkelerine bir kez olsun ihanet eden insan hayat ile olan saf ilişkisini yitirir diye. Sanırım kaybettiğim şey o saflık olmalı. Belki de yalnızca bu kuraklığa aniden çarpacak olan o kara kışı seziyorum, sisler ve buharlar içinde olmanın yüzünden hepsi. Bu havalarda insan eline kalemi aldığında bir anda Dostoyevski’nin kızı olup çıkacak sanıyor kendini işte. Yükseklerde basit anlatılarla şairlik yapıyor hikayelerim kendime. Birkaç diyeceğim var ama satır buldukça artıyor da artıyor. Sonra yaşamım gibi sözlerim de tekrarlıyor.
Aynı yolları yürüdüm. Ancak her defasında kendimi hayata yenileceğim konusunda o kadar ikna ettim ki anlamadım hiç. Aynı yolları yürümek yenilgidir sandım ben. Şimdi anlıyorum ki aynı yolları aynı gözlerle yürümekle yenilmeye kendim zorunlu kılmıştım. Düşüncelerimle birleşti gözlerim ve yalnızca mağlubiyeti gördüm. Sadece yenilmek vardı bakışlarımda. İnsan yenilmeyi ezberleye ezberleye nasıl kazanılmadığı hakkında usta bir sezgiye sahip oluyor. Tüm ustalığımla diyebilirim ki bir yanılgıya kapılarak girdabın içinde döne döne hayatımı kaybettim. Yolu aynı kılanın kendisi olduğunu anlamak nasıl bir yüktür, işte şimdi anlıyorum.
Artık uyku isteğim kalmadı, zaten fazlasıyla uykuyla geçirmişim zamanımı. Bu geceyi affedebilirim artık. Zihnimdeki kovalamacalar bitti kabullendiklerimle. Ancak şimdi hüznümle yıkanmakla tertemiz olacağıma inanıyorum. Aradığım saflığı belki de böyle bulabileceğim. Düşüncelerim istediğiniz yerden ısırabilirsiniz beni, kanımı çekip alabilir, beni kaşıntılar ve serzenişler içinde bırakabilirsiniz. Şimdi ışığı açıyor ve tüm huzursuzluğumla yüzleşmek istiyorum. Ardından tüm çöplüğümü ve bunalmışlığımı bir duş başlığı altında akıtmak istiyorum. Suyun içine atlamak ve orada salına salına yaşamak, işte aradığım bu.
Tüm o kuraklık, tüm o fısıltılar, tüm o ısırıklar… Hepsi bir ağustos günü sivri sineklerle dolu bir odada uykusuzluğun dibini görmüş gecelerin sonucu olarak zihnimde belirmiş varoluşsal anlatılara dönüşmüş olabilir. Belki beni uykusuz bırakan o on küçük zenciye beni düşünmek üzere zorla ayakta tuttukları için teşekkür etmeliyim. Ancak şimdilik kendimi bu evhamlı gecenin gerçeklerinden arındırmalı ardından o özlem duyduğum öğlen vaktinde uyumaya gitmeliyim. Böylece unutmalıyım o ana döndüğüm her saniyeyi.
Ancak bir saniye daha vermeliler bana ki hatırlayışım bende kalmalı, sadece bir tanesi. O da, insan bilmeli ki, şırınganın ucunda bir sır var. Deva da ceza da sınırlar dahilinde mümkün. O düşünce şırıngasının ucuna iyi bakmalı hep. Isırıklar, kaşıntılar ve uykusuzluklar dışında bir şeyler mi fısıldıyor yaz geceleri? Yoksa yalnızca sivrisinekler ve güneş mi vuruyor bu hayalci başıma? Sahi sabahı getirdik böylelikle, uyanmak vaktidir artık.
-Azra
SİNEKLERE VEDA was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.