Çoğu zaman yetişemiyoruz hayatın hızına… Yorgunluğumuzun sebebi bu olsa gerek. Başka açıdan hayatın getirdiği belirsizlik büküyor belimizi. Hepimiz karşımıza ne çıkacağını bilmeden; çıkmasını dilediğimiz ama çıkmasını istediğimiz şey için çabalamamış bir şekilde yaşıyoruz. Hayatımızı değiştirmemeye direnişimiz de ya zaafımızdan ya da korkumuzdan. Dizginleri elimize aldığımızda sorumluluk sahibi olacağımızı biliyor ve bundan korkuyoruz. Kendi tercihlerimizin olumsuz sonuçlarını üstlenecek kadar cesur değiliz. Her daim başka bir suçlu arıyor ve o kişi üzerinden kendi vicdanımızı aklıyoruz. Korkuyoruz; çünkü hiçbirimiz ahlaklı, sorumluluk sahibi, merhametli ve anlayışlı olmanın erdem sayılmadığı, içinde yaşadığımız dünyaya karşı durmak istemiyoruz. Bizler için belirlenen rollerin gereğini yerine getiriyor ve getirmeyenlerin de aklını yitirdiğini düşünüyoruz. Toplumun ahlakı hepimizin ahlakı oluveriyor birden ve kendisine biçilen rol model kıyafeti üzerinden çıkarıp atanı yargılayıveriyoruz. Soru sorma yetimizi o kadar kaybettik ki “Ya hata yapıyorsam?” aklımıza dahi gelmiyor. Geldiği anda da hemen başka bir şeyle meşgul olmaya sürüklüyor bizleri çok saygıdeğer toplum ahlakımız ve kendimizi yine çıkarmayı denediğimiz kıyafetlerimiz içinde buluyoruz. Sonra da “Neden bu kadar yoruldum ki?” diyoruz.
Kabul, hepimiz noksanlıklarla geliyoruz bu dünyaya ve gizlemek için bir imaj belirliyor; buna göre de yaşamaya çalışıyoruz. Çoğumuzun yüzünde maskeler.. Okula giderken öğrenci, eve dönünce evlat rolüne bürünüyor; içimizdeki Ben’e yüz çeviriyoruz. Ama bizde noksan olanın başkasında olduğunu nasıl göremiyoruz? Gözlerimizi dünyaya açtığımız andan itibaren birileriyle veya bir şeylerle temasa geçiyoruz. Nasıl oluyor da bir anda bütün bunlardan kopup bu kadar soyutlanabiliyoruz? Elimize tutuşturulan, etrafımızı görmemizi ve hissetmemizi engelleyen bu gözlüğü nasıl oluyor da hiç düşünmeden kabul edip takabiliyoruz? Yine aynı yere geldik. Çünkü korkuyoruz. Başkasının acısını hissetmenin bizleri de acıtacağını ve o acıyı dindirmek için elimizi taşın altına koymamız gerektiğini biliyoruz, cesaret edemiyoruz. İçimize dönersek orada gerçeği bulabileceğimizi ama bununla yüzleşebilecek gücümüz olmadığını biliyoruz. Bir çocuk gibi oturup ağlamanın bizi arındırıp temizleyeceğini biliyor ama aciz görünme endişesiyle daima erteliyoruz. Başkaları için ama başkalarından kopuk yaşıyoruz. Birçok hayal kuruyor ama hayallerimizle dahi başkalarına temas edip, hayatlarına dokunmuyoruz. Herkesin birbirine olan kabalığından şikâyet edip duruyor, kibar davranmayı da tercih etmiyoruz. İşler biraz aksayınca öfkeden deliye dönüyor ama çarkın dönmesine yardım etmiyoruz.
Photo by Tom Allport on Unsplash
Sahi söylesenize nereye bu gidiş?
Oysa insan en çok ben’ine/ öz’üne dönmeli değil mi? Bizleri bu kargaşadan kurtaracak olan düşlerimiz, huzurumuz, sessiz iken kendimizi dinleyişimiz değil mi? Kaçımız rüzgâra kulak veriyor, bahçede gezen bir böceğin yaşam mücadelesini düşünüyor, kuşların birbirlerine verdiği cevabı dinliyor, geçen her arabanın, yürüyen her insanın bir hayat olduğunu biliyoruz? Koskoca evlere yerleşmekten, maddi kaygılarla işe gitmekten, meslek sahibi olmaktan öteye gidip neden ben’imizi bulmuyoruz? Ben’i bulduktan sonra Biz olduğumuzu fark etmek için daha neyi kaybetmeyi bekliyoruz? Birine sarılmanın, yarasını sarmanın, bir kedinin başını okşamanın, bir çocuğu güldürmenin iyiliğini, temizliğini, samimiyetini hissedebilmek için neden gözlüklerimizi bir dakikalığına elimize almıyoruz? Üzerimize biçilmiş rol model kıyafetimizi bir kenara çıkarıp bütün çıplaklığımızla, insanlığımızla diğerlerini neden izlemiyoruz?
Hepimizin derin bir nefes alıp, hayatın akıntıya kapılmamıza sebep olan nehrinden kenara çıkıp “Neden bu kadar çırpınıyor, çırpınırken incitiyorum?” demeye ihtiyacı var. Paçalarımızı katlayıp, gözlerimizi kapayıp bir ağacın altında dinlenmeye ihtiyacımız var. Yanı başımızda akıp giden nehri seyretmeye, seyrederken tefekkür etmeye ihtiyacımız var. Bir eli tutmaya, birinin omzunda ağlamaya, bazen yalnız kalmaya, dans etmeye, sessizce beklemeye… Bütün bunlarla birlikte tekrar nehre girmeyi denemeye de. Bu defa çırpınmak için değil, usul usul yürümek, yürüyemeyene yardım etmek için. Suda boğulma endişesi taşımadan gökyüzünü izleyebilmek için. Hayatının içinde kaybolanlara başka bir yol daha olduğunu göstermek için. Benim için, bizim için…
Şimdi, oyuncağı kaybolmuş çocuklar gibi benliklerini yitiren bizleri sudaki, karadaki, havadaki, içimizdeki ve ötekindeki hayatı izlemeye davet ediyorum. Sadece bir dakikalığına durun her nerdeyseniz ve kendinize bir dokunun. Hâlâ orada mısınız? İçinize seslenin ve cevap bekleyin. Evet… Şimdi etrafınıza bir daha bakın, ne çok şey değişti değil mi? Paçaları sıvayın, tekrar nehre dalıyoruz.
Dikkat! Bu sefer boğulmak için değil …
Sesleniş was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.