Işıl Çalışkan
Cumhuriyet’in ilk kadın opera sanatçısı, dramatik soprano, resimleriyle ve tiyatrodaki yorumlarıyla da iz bırakan bir sanatçı: Semiha Berksoy. Yaşamını sanata, sanatını da yaşamına dönüştüren bu “ateş kuşu”, yalnızca sahnede değil, hayatın her alanında aykırı ve özgün duruşuyla hatırlanıyor.
Akademisyen ve eleştirmen Dikmen Gürün, dostlukla yoğrulan yılların ardından Berksoy’un hayatını ve sanatını Ateş Kuşu Semiha Berksoy kitabında anlattı. İlk kez 2010’da yayımlanan bu çalışma, Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yeniden okurla buluşturuldu.
Kitap, Semiha Berksoy’un ayrıntılı yaşamöyküsüyle açılıyor: Çocukluktan genç kızlığa, “seyirden sahneye” uzanan yıllar, Atatürk’ün isteğiyle sahnelenen ilk Türk operası Özsoy, Berlin’deki eğitim yılları ve sahnelerdeki anıları… İkinci bölümde ise sanatçının kendi yazıları, mektupları, belgeler ve hakkında kaleme alınmış metinler yer alıyor. Resimli tarihçe ve kronolojiyle zenginleşen çalışma belgelerle örülmüş bir sanat arşivi niteliğinde.
Gürün’ün ifadesiyle, Semiha Berksoy “bir imparatorluğun küllerinden doğan Cumhuriyet’in kızı”… Onun aykırılığı, özgürlüğü ve mücadele gücü, hem kendi dönemine hem de bugünün genç kadın sanatçılarına ışık tutuyor. Semiha Berksoy’u daha yakından konuşmak için Dikmen Gürün ile bir araya geldik.
Semiha Berksoy’u önce bir sanatçı olarak tanıdınız. Peki, bu tanışıklık hangi noktada dostluğa dönüştü? En belirleyici anı bizimle paylaşabilir misiniz?
Zeliha Berksoy çok yakın arkadaşımdır. Yıllar önce annesi Semiha Berksoy’la birlikte Cihangir’de otururdu ve sık giderdim evlerine. Semiha Hanım’la dostluğumuz bu ziyaretler sırasında başladı. Saygılı bir insandı ve daima “Siz gençleri baş başa bırakayım.” diyerek odasına çekilmek isterdi ama ben büyük tat alırdım onun varlığından. Dalgalı denizler gibi bir insandı. Zeliha’dan da benden de çok daha gençti sanki. Hayat doluydu. Ondan yaşamaya dair, sanata dair çok şey öğrendim. Hatta bazen Zeliha, şaka yollu; “Ben çıkayım aradan, siz ikiniz baş başa konuşun” derdi. Evet, işte böyle kuruldu dostluğumuz. Ve karşılıklı bir sevgi gelişti aramızda. Bana güvendi de Semiha Hanım. Yaşadıklarını en gizli köşesine kadar paylaştı. Arşivinin çok özel sayfalarını açtı. Açıkça söylemedi ama hayatını yazmamı istiyordu sanki… Anlattıklarını kayda almama izin verdi. Daha doğrusu, kendi istedi bunu. Ama o yıllar benim gerek İstanbul Üniversitesi’nde gerekse İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nda (İKSV) çok yoğun çalıştığım yıllardı. Kitap olayına giremedim maalesef. Semiha Hanım 2004 yılında vefat etti. 2010’da, sevgili Zeliha benden annesinin doğumunun 100’üncü yılı için hayatını kaleme almamı istedi. Benim için bir onurdu… Ve bu kitap böyle çıktı ortaya. Önce 2010’da Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından basıldı. 2023’te de (Bakanlığın onayı ile) Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıktı. İşte Semiha Berksoy ile dostluğumuzun ve bu dostluğun getirdiği gelişmelerin kısa özeti…
Siz onu “ruhuyla, bedeniyle, aklıyla aykırı bir kadın” olarak tanımlıyorsunuz. Sizce bu aykırılık, onun sanatını besleyen en önemli kaynak mıydı?
Evet, bu aykırılık onun sanatını besleyen önemli bir kaynaktı bence. Ondaki yaratıcı gücün, yaşadığı döneme ve hatta dönemlere göre aykırı karakter özelliklerinin, dinamik yapısının, kendine olan sonsuz güveninin buluşması sesinde, sözünde, tuvalinde vücut buluyordu.
Kitapta onu “Bir imparatorluğun küllerinden doğan Cumhuriyet’in kızı” olarak tanımlıyorsunuz. Bu kuruluş döneminin heyecanı ve idealizmi, Semiha Berksoy’un sanatçı kimliğinin inşasında nasıl bir rol oynadı?
Semiha Berksoy, bildiğiniz gibi, Cumhuriyet’in ilk kadın opera sanatçısı. Mustafa Kemal Atatürk’ün sanat alanında ektiği tohumların eseri. Atatürk’ün ve ülkemizi ziyarete gelen İran Şahı Rıza Pehlevi’nin huzurlarında oynanan ilk Türk operası Özsoy’da Ayşim rolünü sahneye çıkmanın gururunu hep taşımış bir sanatçıydı Berksoy. 1934 yılında Ahmet Adnan Saygun’un bestelediği bu opera, Semiha Berksoy’un dediği gibi, Atatürk tarafından “bir inkılap hareketi” olarak değerlendirilmiştir. Bu hareketin içinde yer almaktan her zaman gurur duymuştur.
O dönemde bir kadın olarak hem opera gibi Batılı bir formda hem de tiyatro ve resim gibi diğer disiplinlerde “ilk” olmanın zorlukları nelerdi? Bu mücadelesi, bugünün genç kadın sanatçıları için ne ifade ediyor?
Semiha Berksoy, ilk opera sanatçımız. Tiyatro ve resim alanında ise tabii ki Tanzimat döneminden başlayarak pek çok kadın sanatçımız var; “ilkler” arasında anacağımız isimler mevcut.
Berksoy’un yetiştiği yıllar zor yıllar olsa da Atatürk’ün ışığıyla aydınlanmış bir dönemdir.
Düşünün; 1930’da Güzel Sanatlar Akademisi’ne giriyor genç Semiha. Aynı yıl, Darülbedayi’de Muhsin Ertuğrul’un açtığı Tiyatro Meslek Okulu sınavlarını kazanan 7 öğrenciden biri oluyor… 1936’da Ankara Devlet Konservatuvarı sınavını kazanarak burslu olarak Berlin Yüksek Müzik Akademisi Opera Bölümü’ne gidiyor. 1938’de Berlin Devlet Operası’na kabul ediliyor. 1939’da orada kalması için yapılan ısrarlara rağmen Ankara’ya dönüyor ve döner dönmez de, 1941 yılında problemlerle yüzleşmeye başlıyor…
Yukarıda sözünü ettiğimiz ödün vermez kişiliği ve olaylar karşısında dik duruşu, önüne engeller çıkartıyor. Bunları burada tek tek sıralamak olanaksız. Merak edenler Ateş Kuşu Semiha Berksoy kitabını okuyabilirler.
Günümüze gelince; Türkiye’de ne yazık ki gericilik tırmanışta. Buna bağlı olarak kadın sorunu tavan yapmış durumda. Kadın; tacizden cinayete, şiddetin her türüyle sarmalanmış. Kadını her anlamda baskılamaya çalışan, çağdaşlıkla bağdaşmayan gerici bir düzen var. Böyle bir genel resim içinde nasıl bir kıyaslama yapılabilir ki!
İÇİNDEN FIŞKIRAN ENERJİ SEYİRCİYE YANSIRDI
Haldun Taner, “Semiha Berksoy sahneye çıktığı zaman deprem olur” demiş. Sahnede yarattığı o “mıhlayıcı” enerjinin sırrı sizce neydi?
İyi bir oyuncuydu, iyi bir gözlemci ve yorumcuydu. İyi bir okurdu da… Oyunculuk sadece yetenek işi değil; bunu Semiha Berksoy çok iyi bilirdi. Yıllar öncesinde sanata dair okuduğu kitaplar, tuttuğu notlar, arşivinin değerli parçalarıydı. Bütün bu hasletlerin yanında içinden fışkıran enerji sahneden seyirciye yansır, onları avucunun içine alırdı.
Semiha Berksoy, eşine az rastlanır bir dramatik soprano idi. Onun sesi sizde nasıl bir etki bıraktı?
Ben Semiha Berksoy’u her zaman evde söylediği aryalardan ve Berlin Radyosu’nda doldurulmuş taş plaktan da dinledim. Tiyatro sahnesinde de izledim. Çok etkileyici bir sesi ve yorumu vardı.
En son olarak da, dünyaca ünlü Amerikalı yönetmen Robert Wilson’un, o dönemde yönetmeni olduğum İstanbul Tiyatro Festivali’nde sahnelediği Ölüm, Yıkım ve Detroit III oyununda Semiha Berksoy’a Wagner’in Aşk Ölümü aryasını söyletti. O da, ilk tanıştırdığım gün hayran olmuştu Semiha Hanım’a. Bu nedenle adeta rol yarattı kendisine. Ve sonra da bu oyunla New York (Lincoln Center), Modena, Milano gibi şehirlere turneye gitti Semiha Hanım.
90 yaşındaydı… AKM’de ve diğer salonlarda sahnenin bir ucundan diğerine o güçlü aryasını söyleyerek geçerken izlemek tarifsizdi.
Dramatik bir soprano olarak sesi, teknik özellikleri ve repertuar seçimleri, onun karakteri ve “ateş kuşu” kimliğiyle nasıl örtüşüyordu?
Semiha Berksoy, dinamizmi, sanat tutkusu ve ona çok yakışan ‘absurd’ giysileri ve makyajıyla yalnızca benim değil, tüm sanat dünyasının ateşini yakmıştır. Bir ressam olarak dünyayı dolaşmış; İstanbul Bienali, Venedik Bienali, Sharjah Bienali, Almanya’nın en büyük çağdaş sanat müzesi Hamburger Bahnhof ve daha pek çok uluslararası sergiye katılmıştır. Ocak 2026’da İstanbul Modern’de açılacak ve neredeyse tüm eserlerini kapsayacak sergi de onun sanat yolculuğunun kapsamını gösterecek.
Onun mezar taşında yazılı olan şu sözler, neden “ateş kuşu” olarak anıldığını açıkça anlatır:
“Zümrüt Anka kuşu yandığında / Kendi küllerinden doğurur kendini / Kendi türünde tek olan üstün kişi.”
Kitapta “Türkiye, Semiha Berksoy’un kıymetini yaşarken yeterince bilemedi” ifadelerini kullanıyorsunuz. Bugün bu değerin farkında mıyız? Onun mirasını korumak ve görünür kılmak için neler yapılabilir?
Opera alanında önü kesilmiş, uzun bir mücadele vermiş bir sanatçıdır Semiha Berksoy. Bugün Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yapması gereken en önemli iş, bir Semiha Berksoy Müzesi kurarak tüm eserlerini sergileme olanağı sağlamaktır. Bu, öncelikle bakanlığın sorumluluğudur. Ayrıca kızı Zeliha Berksoy’un kurduğu Semiha Berksoy Opera Vakfının desteklenmesi ve güçlendirilmesi, onun mirasını koruma yolunda atılacak hem önemli hem de zorunlu bir adımdır.
NAZIM HİKMET’İN YERİ ONDA AYRIYDI
Nazım Hikmet ile olan ilişkisi, yalnız romantik bir bağ değil; Semiha bunu sanat aşkı olarak tanımlıyordu. Bu ilişki, onun müzikal ve sanatsal vizyonunu nasıl şekillendirdi? Nazım’ın onun için yazdığı eserlerin sanattaki yeri nedir?
Evet, Nazım Hikmet’in Semiha Hanım’ın hayatında ayrı bir yeri vardır. Büyük bir hayranlık ve tutku söz konusudur. Nazım Hikmet, hem şahsına hem sanatına hayranlık duymuş ve daima desteklemiştir. 1942’de Ankara Halkevi Sahnesi’nde Carl Ebert’in yönettiği “Tosca”nın ikinci perdesinde başrolü Semiha Berksoy oynar. Burada metin, dönemin Maarif Vekili Hasan Ali Yücel tarafından Bursa Cezaevi’nde bulunan Nazım Hikmet’e verilmiştir. Nazım Hikmet çeviriyi cezaevlerinde tamamlamış, bu süreçte Semiha Berksoy’un etkisi büyük olmuştur.
Semiha Berksoy’un hayatındaki önemli figürlerden biri de annesiydi. “Kutup yıldızım” dediği annesi, sanatında ve yaşamında nasıl bir yer tutuyordu?
Semiha Berksoy, annesini çok küçük yaşta kaybetmişti. Fatma Saime Hanım, onun hayatında bir simgeydi; güzellik, tutku ve sevdanın simgesi. Tablolarında annesinin izlerini görür, portrelerini sergilerinin baş köşelerine yerleştirirdi. Özetle; annesi, onun başarılı sanat yolculuğunda yolunu aydınlatan bir kutup yıldızı gibiydi.