SELBSTREFLEKSİON veya ÖZ DÖNÜŞÜM

Anlatıyı da, yazıyı da özgür kılabilmenin yolu kendimize dönmekten, kendimizle barışmaktan geçiyor. Kendimizle barışmadığımız sürece hangi esarete hizmet ettiğimizin farkında olmayacak, özümüzdeki saflığın ve düşüncelerin farkına varamayacağız.

Photo by Carolina on Unsplash

Almanca bir kelime olan Selbstreflexion’un Türkçeye karşılık gelen anlamı öz dönüşüm. Eylül ayında başladığım okulda yaklaşık 2 ay boyunca tüm derslerde ana konumuz buydu. Sınıfta halka şeklinde olan oturma düzenimizde bu temayı işlerken dersler grup terapisine dönüşüyor, peçeteleri tüketiyorduk. Başlarda dile odaklanıp bir şey kaçırmamak için pürdikkat dinleyip meselenin ruhunu kaçırsam da sonlara doğru taşlar yerine oturmaya başladı.

Okul öncesi eğitimi alan yirmi kişilik farklı yaş gruplarından oluşan sınıfta hepimizin yanında getirdiği yaralar, arka planımızda taşıdığımız travmalar, ve buzdağının altında yatan kocaman bir mentalite var.

Önce herkes kendini kısaca tanıttı, sonra hayatımıza dönüp otobiyografimizi yapmamız istendi. Biyografi çalışmasında enteresan bir şekilde hem çocukluklarını, hem deneyimlerini, hem de yaşadıkları acıları çok şeffaf bir şekilde paylaştılar. Sonra Kreativitat denilen derste, nasıl bir yolla bu noktaya geldiğimizi kırmızı bir çizgi çizerek gösterdik. Önemli noktalara duraklar çizip sembollere döktük ve kendimizce anlattık.

Hoca konuyu anlatırken çatı metaforunu kullanıp, ağzımızdan dökülen kelime ve cümlelerin altında yatan katları/katmanları, bodrumu ve temeli açıkladı. Her birey kelime dağarcığı ve iletişim şekillerinin altında, ki biz sadece çatıyla muhatap olduğumuzu zannederken, ailesinden aldığı değerleri, dini, kültürü, mentaliteyi, karakteri, huyu, perspektifi ve değerlerini de beraberinde getiriyor dedi. Özellikle eğitimcilerin sınıflarındaki çeşitliliğe odaklanıp, çocukları bireysel dünyalarındaki katmanlara göre değerlendirmesi gerektiğinden ve yargının çekicinden uzak durulmasından bahsetti.

Sınıfta yaş aralığı 18–45 gibi büyük jenerasyon farkından oluşsa da herkes birbirini ve trajedilerini sabırla dinleyip anlamaya çalıştı, başladı. Parçalanmış, koruyucu aileye sahip olanlar, göç edenler, kaza geçirenler, yakın kaybı olanlar, hastalık atlatanlar veya sahibi olanlar. Her biri gözyaşlarına hiç engel olmadan ortaya döküldü ve hepimiz çatımızın altında yatanları sınıfın çerçevesinde ortaya döktük. Daha önce hem lisans hem de yüksek lisans sınıflarında bulunmama rağmen böyle bir çalışma ile ilk defa karşılaşıp hem çok samimi hem de çok etkili buldum.

İlerleyen derslerde ayna üzerinde durduk. Öz dönüşümü gerçekleştirememiş yani kendi biyografisine dönüp bakamamış, acılarından bihaber, yaşadıklarından ders çıkartmamış, kendini kendine daha anlatamamış bireylerin kendilerini hiç geliştirmediğini, değiştirmediğini, kendileriyle ve toplumla barışamadığını gördük. Karşısındaki insanı anlaması için bireyin önce kendini anlaması, şeffaflaşması gerekiyor. Kendi düğümlerini çözemediği sürece kurduğu tüm iletişim ve bağlarda kendi düğümleriyle karşılaşıp sağlıksız ilişkiler kuracak, hem kendi düğümlerini, hem ilişkisini hem de karşısındaki insanın iletişimini kördüğüme çevirip başka bir kaçış yolu aramaya başlayacak. Yani aslında karşısında bir aynayı bulacak. Ve aynadaki yansımasını fark etmediği sürece de bir adım yol alamayacak.

Photo by Declan Sun on Unsplash

Çok sevdiğim bir dizideki replikte kahraman “unutmak için daha ne kadar hatırlamam lazım” diyordu. Unutmaya yüklediğimiz anlamları değiştirmediğimiz sürece hatıranın mayınlı tarlasında gezmeye mahkumuz. Unutmak ancak onlarla yaptığımız yüzleşme ve onları özgürleştirme ile mümkün. Biz onları hafızanın güçlü kollarında ihtimalin bozuk sandıklarına emanet edip aldandıkça, acılarımız bizi dağıtmaya devam edecek. Yüzleşmediğimiz her acı, açmadığımız her düğüm bizi ve karşımızdakileri yoracak, görüşümüzü karartacak.

Anlatının Krizi kitabında yazar bize hikaye anlatıcılığını nasıl bıraktığımızı bunun yerine veri toplayıcısı olduğumuzu anlatıyor. Yani hepimiz sanki canlı bir dijital platformda yaşıyor gibi verilerimizle övünüyor sadece onları göstermeye çabalıyoruz. En basit örneği ile eskiden mahallerimizde annelerimiz kış akşamlarında, ev oturmasında örgülerini çıkarıp hep birlikte dertlerini, tasalarını ortaya döküp, içlerindeki düğümleri ilmeklere dizerlerdi. Günümüz modern insanı ise olumsuz her şeyi, başarısızlık olarak görüp, ne zayıflıklarından ne dertlerinden ne de acılarından dem vurabiliyor. Zira her anlatı onun için veri kaybına şanssızlığa dönüşüyor. Bu da sosyal statüsünde, çıkar ilişkilerinde, arkadaşlıklarında zayıf bir halkaya dönüşüp tükenmesine yol açacağı için, anlatmamayı sadece elinde gösterebildiği verilerle yaşamayı tercih ediyor. Böylece hem dostluğun altı boşaltılıyor hem de insan daha da yalnızlaştırılıyor. Sosyal verilerin altında düğümlerinin mahkumu bir köle kalıyor.

Benim de daha yeni yeni anlamaya başladığım bu süreçte kendimi zorlayıp, anlatmaya ve konuşmaya çalışıyorum. Katmanlarımız katmerlendiğinden onları açmak ve aşmak ayrıca zor. Yazmayı çok sevsem de verilerle yaşamaya çoktan alışmış modern bir köleyim. Özgürleşmenin ilk adımı fark etmekle başlıyor, Bu bile kendi başına büyük bir adım.

Bakalım prangalarımdan ben ne zaman tamamen kurtulurum?

Yine yazabildiğim bir günde, bir yayında buluşabilmek ümidiyle, sağlıkla kalın.

SELBSTREFLEKSİON veya ÖZ DÖNÜŞÜM was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.