Rousseau, “şehirler yapılardan meydana gelir ama şehirleri yapanlar yurttaşlardır” demişti. Ne ki şehir kimlikleri genellikle mekânlarla (meydanlar, anıtlar, yapılar) ilgili olarak literatürde yer almıştır. Bunlar elbette şehir kimliğinin en önemli göstergeleri arasında yer alırlar. Eğitim kurumları, fabrikalar, yönetim binaları, tren garları, sanat kurumları, konaklama mekânları gibi. Ama şehirler aynı zamanda değişik dil ve kültürlerden gelen nüfusun da buluşma ve yaşam mekânlarıdır. Bu kültürler, şehirdeki nüfusun üretim ve yaşam biçimlerinden daha fazla bir alanı kapsar. Daha somut bir ifadeyle şehir nüfusunun lisanları/inançları bu alana işaret eder. Demektir ki şehirler çoğul kültürlerin, kimliklerin mekânlarıdır.
Birkaç yüzyıl önce imparatorluklar zamanında şehirler, ev sahipliği yaptıkları dil ve inanç kimlikleriyle anılırdı. Tıpkı Süryani Mahallesi, Ermeni Mahallesi, Müslüman Mahallesi gibi. Bu mekânlar kültürel yapı ve gelenekleri bakımından benzemeseler de aynı politik sistem içinde yer alıyorlardı. Her ne kadar bu dönemde de iskân uygulamaları ve dolayısıyla nüfusa müdahaleler sözkonusu olsa da şehirler genellikle etnik kimliklerini koruyabiliyor ya da yeni etnik kentsel dokular inşa edebiliyorlardı. Mesela Osmanlı’da çoğunlukla güvenlik ve ekonomik gerekçeyle 18.-19. yüzyılda gerçekleştirilen iskân hareketleri ile Kürt aşiretleri Orta Anadolu’ya yerleştirilmiş; iskânla Konya, Kırşehir, Ankara, Çankırı ve Çorum’un bazı ilçe ya da beldeleri birer Kürt şehrine dönüştürülmüştü.
∗∗∗
Fakat ulusal devletin inşası ‘tek dil’, ‘tek kültür’ gibi kimlik alanını tekleştirici bir politik sistemi getirdiğinde, devletin hükmettiği sınırlar içindeki farklı kimlikler ‘sorun’ olmaya başlamıştı. Başka bir deyişle tek renkli harita yaratma ideali, diğer renklerin silinmesini gerektirmiş; ulus devletlerin şehirlere yönelik bu müdahalesi şehirlerde mekânsal-toplumsal çoğul dokuyu büyük ölçüde zedelemişti.
Tek dil ve kültür yaratabilmek için dil yasakları dışında ulus devletlerin başvurduğu araçların başında gelen ‘iskân’, klasik şehircilik literatüründeki ‘yerleşim izni’nden referans alsa da daha fazla boyutları olan bir olguydu. Hemen tüm ulus devletler, iskân yasaları ile orta/uzun vadede dil ve kültür birliği yaratmak için nüfusu, devlet eliyle yerlerinden alıp, bambaşka şehirlere ve bölgelere yerleştirmişlerdi. Kara trenlerle ve yaya olarak yerlerinden edilen milyonlarca insan, ulus devletlerin tek kimlik hayalinin gerçekleştirilmesi için başka şehirlere-coğrafyalara iskân edilmişlerdi.
∗∗∗
Türkiye’nin şehir kimlikleriyle muharebesi de bu tecrübenin tipik örneklerinden birisi idi. 1934 yılında çıkarılan İskân Kanunu memleketi üç ana bölgeye ayırmıştı. Bir yıl sonra Nüfus İşleri Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan “Geçen Dört Yılda Yapılan ve Gelecek Dört Yılda Yapılacak İşler Hülasası” başlıklı kapsamlı bir rapor ‘Türk kültürlü nüfusun tekâsüfü istenen yerler’i belirleyip buralara ‘Türk kültürlü nüfusu’ yerleştirmek için somut planlamalar yapmıştı. Belki ilginç gelecektir ama mesela Gürün, Divriği, Elbistan, Göksun, Kangal, Hafik, Pınarbaşı gibi ilçeler de “Türk kültürlü nüfusun tekâsüfü istenen yerler” arasında sayılmıştı. Yani bu ilçeler bile o yıllarda henüz birer Türk şehri sayılmıyordu.
Şehir kimliklerinin çoğul karakterini gösteren en önemli resmi belgelerin başında nüfus sayımları geliyordu. 1935 yılı Genel Nüfus Sayımlarına göre Türkiye’de 22 farklı dil vardı ve bu özelliği bakımından şehirlerin hâkim kimlikleri de farklıydı. Osmanlı son döneminde başlayan Türk modernleşmesi bu çeşitliliği tek hale getirmek için ciddi bir takım tedbirler almıştı. O tedbirlerin başında ise belleği silmek geliyordu. O kadar ki herhangi bir şehrin tarihi ve kültürel varlıkları konuşulurken bile bu mekânların kimler tarafından inşa edildiği ve kullanıldığı, mülkiyetin hangi yolla ve ne zaman değiştiği gibi sorulardan muaf bir ‘koruma’ kültürü inşa edilmişti. Bu durum bugün de devam ediyor. “Kültür Varlıkları’nın mülkiyet öyküsü bilinmez alandaki yerini koruyor ve şehirlerin tarihsel-kimlik mirası yok sayılıyor.