Politika Kolektifi
19 Mart ile başlayan ana muhalefeti tasfiye süreci, şimdi iddianamenin yayınlanmasıyla yeni bir boyuta evrildi. İlk başta sokaklarda öğrencileri ve emekçileriyle tüm bir toplumsal muhalefetin barikatları yıktığı bir öfkeyle ancak durdurulabilen bu ‘yargı darbesi’, tüm muhalefetin dağınıklığı ve öfkeyi bir mitingler dizisi içerisinde eritmesiyle yeniden hız kazandı.
CHP’yi bölmeye yönelik hamlelerin karşılıksız kalması ardından şimdi yeniden İmamoğlu ve diğer belediye başkanlarına yönelik yargı darbesinin iddianame eliyle yoğunlaşmasının ardından ise yeniden tüm tartışmalar aday konusuna çevrildi. Geçtiğimiz tüm kritik eşiklerde tek adam rejimine karşı mücadeleyi boşa düşüren “Kim aday olacak” sorusunun, henüz daha seçim takvimi bile yokken yeniden açılması hele de bunun iktidarın ana muhalefetin belirlediği adayı tasfiye etme adımlarını artırdığı bir dönemde yapmak, muhalefet saflarındaki kafa karışıklığının ve yenilgi anlayışlarının ortadan kalkmadığının kanıtı. Muhalefet ne yapacak sorusu kuşkusuz önümüzdeki dönemin en önemli soru başlıklarından biri olmayı sürdürecek. Bu soruya verilecek yanıtın da altını doldurabilmek, bugüne nasıl ve hangi adımlarla geldiğimizi hatırlayarak mümkün olabilecek.
***
TEK ADAMLIĞA GEÇİŞİN VESİKASI
Türkiye, 2002’de tarihin temsil seviyesi en düşük seçim sonuçlarıyla, cumhuriyetin tasfiye edileceği çeyrek yüzyıllık sürece girdi. 3 Kasım 2002’de, %79 ile yakın tarihimizin en düşük katılımının gerçekleştiği seçimde oyların yalnızca %34’ünü alan AKP ile %19’unu alan CHP dışındaki tüm partilerin baraj altında kalması sebebiyle, mecliste iki partili abes bir görüntü oluştu. 12 Eylül bakiyesi baraj sisteminin doğrudan sonucu olarak ortaya çıkan bu tabloda kuşkusuz 90’larda başlayan solun tasfiyesi, karanlık kontrgerilla süreci ve hızlı neoliberalleşmenin de etkisi büyüktü. Fakat yeni kurulan AKP’nin oyların 3’te biri ile meclisin 3’te 2 çoğunluğunu kazandığı bu süreç eğer bir siyasi aktörle açıklanabilecekse bu kuşkusuz bir önceki hükümetin küçük ortağı Bahçeli’nin yaptığı erken seçim çıkışıydı. Kendi partisini baraj altı bırakmayı göze alarak AKP ve Erdoğan’ın siyaset yolunu açan Bahçeli, gelecekte de Erdoğan’a her zor durumunda can simidini uzatacaktı. Bahçeli’nin yanı sıra Baykal’ın Erdoğan’ın siyasi yasağını kaldırmak için mecliste aldığı inisiyatif de AKP’nin yine gelecekte ihtiyaç duyduğu zaman elini uzatabileceği bir başka ‘muhalefet aktörünü’ ortaya çıkaracaktı.
Türkiye’nin tek adamlığa geçiş yolculuğunda kuşkusuz 12 Eylül’ün yarattığı rejim dönüşümü önemli rol oynadı. Siyasi parti kanununun her partide ‘tek adamlar’ yaratacak şekilde düzenlenmesi, %10 seçim barajının getirilmesi, 12 Eylül’ün getirdiği kurumlar ve yasaklar eliyle halkın siyaset alanının dışarısında bırakılması, 2002’de AKP’nin bir azınlık olarak başladığı iktidar yolculuğunda devletin tüm imkanlarını kullanarak gücünü perçinleyebilmesinin en önemli imkanlarından biriydi.
***
BOP’UN TÜRKİYESİ
AKP’nin iktidar yolunda kuşkusuz en önemli dinamiklerinden biri, 2001’de başlayan Irak Savaşı etrafında şekillenen yeni Büyük Ortadoğu Planıydı. Türkiye’ye bu plan çerçevesinde Irak, Suriye, Mısır gibi ABD ile çelişkili liderlerin iktidarında olduğu bölge ülkelerinin Amerikancı ve İslamcı siyasetlerin etkisi altına sokulması, Amerikan işgallerinin desteklenmesi görevi verilmişti. Erdoğan, ilk yıllarında hiç çekinmeden “BOP Eş Başkanı” olmakla övünürken, ABD Irak’ta petrol sevdasıyla milyonlarca sivili katletmeye girişmiş, bölgede ‘bitmeyen savaşların’ yolunu açmıştı.
Türkiye’nin tek adam rejimine dönüşümünde orta doğudaki denklemler hep kritik bir rol oynadı. AKP ilk iktidar döneminde Irak tezkeresini meclisten geçirmekte başarılı olamayınca, Amerikalı düşünce kuruluşları, Türkiye’de iç denetim mekanizmalarının kaldırılması gerekliliğine ilişkin raporlar yayınladı. Bu mekanizmaların ve devleti paylaşan diğer aktörlerin tasfiyesi, Ergenekon-Balyoz davaları ve 2010 ‘Yetmez ama Evet’ referandumu ile gerçekleşebildi. Türkiye, 2011’de Suriye savaşına dahil olurken, iktidarı durdurabilecek tüm sistem içi mekanizmalar sözde ‘demokratikleşme’ ve darbelerle hesaplaşma iddiaları ile ortadan kaldırılmıştı.
AKP’nin tek adam rejimine geçişteki en önemli çıkmazları da yine orta doğuda oluştu. Suriye savaşının çıkmaza girmesi, Arap Baharının beklenen sonuçları vermemesi, Gezi’de ortaya çıkan isyan dalgasıyla birlikte 2015’te AKP’ye ilk seçim yenilgisini getirdi. Ardından devletin o güne kadar ele geçirilmiş tüm mekanizmalarıyla başlatılan bir bölgesel savaş, darbe girişimi, her gün kent merkezlerinde patlayan bombalarla, AKP -ve yeni ortağı MHP- iktidarda kalabilmek için bölgede dahil oldukları savaş iklimini Türkiye’ye taşıdı. Devamlı bir olağanüstü hal süreci içerisinde başkanlık referandumu ve cumhurbaşkanlığı seçimleri gerçekleştirildi. Rejim değişikliği ile OHAL, Türkiye’nin ‘olağan hukuku’ haline getirildi. Bugün yaşanan yargı darbesinin en önemli adımı da kuşkusuz 2017 referandumu oldu.
Türkiye, tek adam rejimine geçiş sürecindeki tüm bu kritik eşiklerden geçmesine rağmen halkın esas çoğunluğu Erdoğan ve rejim karşıtlığından geri adım atmadı. 2019 seçimlerinin yarattığı pat durumu, 2023 seçimlerinde yasal meşruiyetini alan rejimin 2024’te yaşadığı yenilgi ve nihayetinde 19 Mart sonrası başlayan eylemler, tüm baskı ve yukarıdan dönüşümlere rağmen rejimin meşruiyetinin halk nezdinde karşılığı sağlanamadığının göstergesi oldu. İktidar, rejimi tahkim edebilmek ve muhalefeti tasfiye edebilmek için 7 Ekim sonrası ortaya çıkan yeni BOP süreci içerisinden kendisine yeni bir nüfuz alanına ihtiyaç duydu. Suriye’deki iktidar değişimi, AKP’nin nüfuz alanındaki HTŞ ve SDG koalisyonu olarak kurulması beklenen bir koalisyon düzeni ile içeride de yeni ittifaklar için imkan yaratılmış oldu. Bugün Barrack’tan Trump’a farklı biçimlerde duyduğumuz “ABD-Türkiye-İsrail ortaklığı” çerçevesi, tüm toplumsal desteğini yitirmiş elinde yalnızca ele geçirdiği devletin imkanları kalan iktidara hem seçimsiz Türkiye yolunda dış destek hem de resmi siyaset alanında yeni koalisyonlar kurma imkânı sağladı.
***
FAŞİZMLER ÇAĞINDA SARAY REJİMİ
İktidarın tek adam rejimde şimdi seçimlerin fiilen ilga edileceği bir düzleme geçebilme tasavvuru kuşkusuz yalnızca bölgesel dinamiklerin değil ayrıca en genel anlamıyla küresel sistemin yeni bir yönelimi olarak faşizmin tekrar yükselişe geçmesi ve bir tercihe dönüşmesiyle de mümkün oldu. Trump’ın ikinci dönemi ile birlikte daha da somutlaşan bu yeni yönelim, sözde demokratik batının temsili olan ülkelerde bile somutlaşıyor. Fransa’da Macron’un solun iktidarını önleyebilmek için seçim sonuçlarını tanımadığı, Almanya’da faşist AfD’nin yükselişi karşısında merkez siyasetin giderek bu yöne doğru aktığı, Trump’ın Arjantin’de bizzat rüşvetle seçim sonuçlarına müdahale ettiği bu yeni dünya düzeninde Türkiye’de AKP’nin seçimsiz bir rejim tasavvuru sırıtmanın ötesinde yeni dünya düzeninin eksik parçası olarak kendisine yer bulabiliyor.
Tüm dünyada neoliberal sistemin 2007 krizinden bu yana kendi krizlerini çözemeyişi, emekçilere daha fazla kemer sıkmadan başka bir çözüm sunamadığı ölçüde, tüm dünyada SSCB sonrası iktidarını ilan eden ‘liberal merkez siyasetin’ de sonu gelmiş gözüküyor. Gelir uçurumunun dünyanın her yerinde yeni rekorlar kırdığı, halkın alım gücünün, barınma hakkı başta olmak üzere tüm kamusal imkanlarının geri dönüşsüz biçimde tasfiye edildiği bir dünya düzeninde sistemin meşruiyetini sürdürebilmek ancak olağanüstü sayılan rejim biçimlerinin olağanlaşması, kültürel-kimliksel ayrışmaların tek siyasi temsil haline gelebilmesiyle mümkün olabilir. Bugün ABD’de temsilini bulan -kimi tanımlamalara göre- Hristo-faşizm, Türkiye’de, Suriye’de ve Afganistan’da görüldüğü biçimiyle islamcı faşizm, Hindistan’da Hindu faşizmi, İsrail’de Siyonizm… Dünyanın etnik ve dini faşizmler eliyle yönetilme eğilimlerinin bu kadar yükselmesi, küresel liberal paradigmanın da iflasına işaret ediyor. Soykırımlar, toprak işgalleri-sömürüleri, seçimsiz rejimlerle yürüyen yeni bir kapalı devre sistem. Bugün Türkiye’de vites artırılarak girişilen muhalefetsiz-seçimsiz rejim de kendisine böyle bir atmosferde alan bulabiliyor.
***
NE YAPMAMALI?
Bugün gelinen noktada Türkiye’de de dünyada da bu ‘haydutlar çağının’ sürebilmesi, ancak karşısında gerçekçi bir halk muhalefetinin tasfiye edilebilmesiyle mümkün olabilir. Halkın tüm siyaset ve temsil imkanlarının elinden alındığı, yerine ekonomik bir rıza dahi konulamayan bir zor rejimi, her adımda kendi ‘mezar kazıcısını’ yaratıyor. Türkiye’de 19 Mart sonrası yeniden vücut bulan toplumsal muhalefet, üniversitelerden çiftçi eylemlerine, iş yerlerine kadar kendisini kimi zaman tekil kimi zaman ise kendiliğinden bir biçimde bir arada sunmaya devam ediyor. Bugün yapılacak olana dair soru, tek bir cümleye, hatta paragrafa sığdırılamayacak kadar kapsamlı bir tartışmayı hak ediyor. Ancak neyin yapılmaması gerektiğini ise muhalefetin tek adam rejimine geçiş sürecindeki tüm kritik adımlardaki hamleleri gösteriyor. Gezi’nin ortaya çıkadığı güçlü halk dinamiğinin parlamenter siyaset mantığı ve sınırları içerisine hapsedilerek sönümlendirilmesi, ülkenin geleceğine dair tüm kritik dönemeçlerin aday tartışmalarına sıkıştırılması, muhalefetin tüm güçleriyle birleşik bir odak haline gelmemek için sığındığı bahaneler -hele ki solda mücadele kaçkınlığına bahane için icat edilen siyasi cambazlıklar- ne yapılmaması gerektiğine ilişkin bize çokça örnek sunuyor. Ne yapmamalı sorusu, son 23 yılda maalesef çokça yanıtlandı, ne yapmalı sorusu ise bu sayfalarda da önümüzdeki dönemde çokça tartışılacak tüm başlık ve stratejilerin yanı sıra, devrimciler başta olmak üzere tüm muhalefet güçlerinin omzundaki en önemli sorumluluk. Memlekete sahip çıkma sorumluluğu. Bugün ülkede emeklilerin, çiftçilerin, öğrencilerin, canına sahip çıkma mücadelesi veren her yaştan işçilerin ayrı ayrı verdiği her kavgada kuşkusuz birleşik bir mücadele imkanı için bakılması gereken çokça ders var. Keza emperyalizmin merkezinde dahi milyonların kapitalizme alternatif en ufak talebe bile gönüllü bir biçimde sahip çıkışı da muhalefetin fikirsiz, gündemsiz, programsız -yalnızca mitingler, duygusal çıkışlar ve popülizmle- yapılamayacağına dair önemli bir ders olarak önümüzde duruyor.
***
NOT: 1
MAMDANİ, KİMLİK, SOSYALİZM VS…
Mamdani’nin seçilmesi sonrası tartışmalara geçen haftaki yazımızda değinerek, “bütün öteki münazaraları -Mamdani’nin kişiliği-kimliği üzerinden yürütülen snoplukları- bır yana bırakarak Trump’ı ve milyarderler koalisyonunu yenilgiye uğratan toplumun değişim arayışına bakıldığında” görülebilecek çok şey olduğunu ifade etmiştik.
Dünyanın pek çok yerinden toplumların eskisi gibi yönetilmek istemediği buna karşın alternatif geleceklere de sahip olmadığı bir eşikteyiz. Bu eşikte kimi isyanlarla kimisi seçimlerle ifadesini bulan çıkış arayışları yaşanmaya devam ediyor. Mamdani’nin Amerika’nın Demokratik Sosyalizm geleneğinin parçası olarak bildik anlamda köklü bir devrimci dönüşüm hedefine sahip olmadığı da güncel taleplerinin sömürü sisteminin ortadan kaldırılmasına yönelik olmadığı da biliniyor. Asıl üzerinde durulması gereken de Mamdadi üzerine kurulmuş bir sosyalizm tartışması değil onun etrafındaki taban hareketinin toplumun acil sorunlarına kamusal hizmetlerin güçlendirilmesi eksenindeki çözümlerin yarattığı etkinlik olmalıdır.
Önemli olan kısmı da bu kısmi sol taleplerin dahi etki yaratabilmesi, toplumun sorunlarının kapitalizmin neoliberal sömürü politikalarının dışında bulunabileceğine ve birikmiş toplumsal sorunların kamusal hizmetlerin güçlendirilmesine dayanan solun yıllardır savunageldiği politikalarla bulunabileceğinin hatırlanmasıdır.
Sosyalizmi aranacaksa da erişilemez bir paket olarak değil toplumun bu arayışının parçası olarak bulabilir ki Amerika’da gençlerin çok önemli bir bölümünün kendilerini sosyalist olarak tanımlaması da bundan bağımsız düşünülemez.
Ötesinde Mamdani’nin müslüman kimliği üzerinden açık bir seçim çalışması yapması, kampanyasında halkla bütünleşen bir profil çizebilmesinin başarısı türünden her şey burjuva siyasetinin alanına ait şeylerdir ki bunların da kendisini de sonunda burjuva siyaset alanının bir alternatifi olarak sunan Mamdani’nin sonrasına ilişkin kuşkulara kaynaklık etmesi de son derece haklıdır.
KİMLİĞİMİ KAYBETTİM HÜKÜMSÜZDÜR!
Bir başka konu ise Mamdani’nin Müslümanlığı üzerinden başarının nedeninin kimlik siyaseti olduğuna ilişkin görüşler. Buna göre Mamdani, kimlik siyasetini yadsıyan solu hükümsüzleştirmiş, ancak böyle başarılabileceğini göstererek kimlik siyasetini yüceltmiştir. Hatta bunu yaparken sosyalizmi de bir politika olmaktan bir kimlik olmaya dönüştürmeye bu şekilde Müslümanlıkla kaynaştırmayı başardığı oranda bunu gerçekleştirebilmiştir… Postmodern bir dizi saçmalıktan başka bir şey olmayan bu tür görüşler özellikle 90’lardan toplumsal muhalefetin ve solun potansiyellerinin kimlikler ve mikro mücadeleler alanlarında dağıtılmasında önemli bir rol oynadı. Kimlikler o dönemde demokratik dönüşümlerin potansiyel gücü olarak ilan edilerek körüklenen süreçler içerisinde -AB ve farklı güçlerin de fonlarının eşliğinde- bir bilinçli politika olarak geliştirildi. Amerika’dan Avrupa’ya her alanda faşist hareketlerin üzerinden yükseldiği bir kimlikler çatışmasından, Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren etnik ve mezhepsel çatışmalara kadar her şey kimlikler siyasetini anlatıyor… Bu kimlik siyaseti tam da tersinden ezilen halkları tekilleştirme-yalnızlaştırma ile karşı karşıya bıraktığı ve birbirinin karşısında konumlandırdığı oranda onun ezilmesini çoğaltan ve kurtuluşunu imkansızlaştıran sonsuz bir çatışmayı körüklüyor…
***
NOT: 2
İDDİANEMENİN DAVETİ LABİRENTLER VE YOLLAR
E. İmamoğlu hakkındaki iddianame ulaştığı 4 bin sayfa ve tanık-itirafçılarla uzayacak davalar herkesi içinde kaybolmaya bir davet. Ama böyle olduğu oranda da kendi iddiasının en baştan hukuki değil siyasi olduğunu da deşifre ediyor. Bu iddianame en güçlü siyasi rakibini yargı yoluyla tasfiye edilmek için yürütülen operasyonların bir belgesinden başka bir şey olmadığını ilk cümlesinden son harfine kadar ortaya koyuyor. Bu vesileyle hatırlatılması gereken de AKP ve MHP’nin -içindeki tüm çelişkilerine rağmen- ortaklaştıkları ana hedefin Erdoğan’ın başkanlığını sürdürerek gerici rejim değişimi tamamlamak olduğu gerçeğidir. Tek adam rejimi önündeki en önemli engel gördükleri muhalif adayları operasyonlarla tasfiye ederek, bunun ucunu CHP’nin kapatılmasına kadar uzanacak bir hat üzerinden muhalefeti içe bükerek, geniş muhalefet cephesini bölüp parçalayarak yapmaya çalışmaktan başka seçenekleri olmadığının da farkındalar. Mesele bu açık göz göre göre atılan adımlarla ülkenin kaderini ele geçirmeye yönelmiş bu hamleler karşısında muhalefetin davet ettikleri iddianameler labirentleri içinde kaybolmadan toplumsal mücadele içinden yaratılacak yeni bir Türkiye ufkuyla yürümenin yollarını açmaktır.
***
NOT: 3
ABD-İSRAİL HATTINDA TEREDDÜTSÜZ VE ÇELİŞKİSİZ İTTİFAK
AKP-MHP ve İmralı hattında ikinci aşamaya geçiş tereddütlerinin nasıl aşılacağı tartışılıyor. Meclis Komisyonu’nun A. Öcalan’ı ziyaret etmesi üzerine farklılık, Erdoğan ve AKP’nin bu konudaki tereddüdünden doğan gerilimlerin Erdoğan-Bahçeli görüşmesiyle aşılma noktasına geldiği ifade ediliyor. Herkes buradaki tereddütlere ve çelişkilere bakarken, ABD-İsrail eksenindeki yeni Ortadoğu düzeninin taşları döşenmeye devam ediyor.
Suriye’de hızlanan trafik, Colani’nin Beyaz Saray’a çıkartılması ile yeni bir aşamaya sıçrıyor. ABD Dışişleri Bakanı Rubio, Hakan Fidan ve Suriye Dışişleri Bakanı Esaad el-Şeybani ile üçlü oturum sonuçları T. Barrack tarafından şöyle açıklandı:
“ABD–Türkiye–Suriye çerçevesinin bir sonraki aşamasını ayrıntılandırdık: Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) yeni Suriye’nin ekonomik, savunma ve sivil yapısına entegrasyonu; Türkiye–Suriye–İsrail ilişkilerinin yeniden tanımlanması; İsrail–Hamas ateşkesini destekleyen uyumun ilerletilmesi ve çeşitli Lübnan sınır meselelerinin ele alınması.
Türkiye’nin yorulmak bilmeyen rolü özel bir takdiri hak ediyor, bir zamanlar duvarların örüldüğü yerlerde köprüler kuran, sessiz ve kararlı diplomasinin bir kanıtı. Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye’den oluşan genişlemiş ittifakın, tüm bölge ve tüm kabile, dini ve kültürel toplulukları kapsayan bir Suriye ulus-devletinin yeniden doğuşunu desteklemesi adeta sihirli bir etki yarattı.”
Fazla söze gerek yok. ABD-İsrail hattında kurulan yeni açılım, Suriye’nin içinden ilerlerken AKP ve MHP tereddütsüz ve çelişkisiz olarak bu hatta ilerliyor.