Sanat, arzu ve şehirler

Süheyla AKASLAN

Nedim Gürsel bu kez hem ressamların tuvalleri hem de yazarların sayfaları aracılığıyla okuru Paris’in buluşma evlerinden Nice’in ışıklı kıyılarına, Orsay ve Pompidou’nun galerilerinden ressamların atölyelerine götürüyor. Sanatçıların yaşamöykülerindeki kırılma anları ile edebiyatın onlara eşlik eden satırları iç içe geçiyor. Gürsel ile yeni kitabını, resimi ve hayatı konuştuk.

“Eros’un Renkleri” çok katmanlı bir başlık. Bu kitabın çıkış noktası neydi?

Kitabın çıkış noktası, bir yazar olarak resme bakışım, beni etkilemiş sanatçıların coğrafyalarını keşfetmek ve o coğrafyaların tablolara yansıdığı yerde kendime bazı sorular yöneltmekti. “Resimli Dünya” adlı romanımdan bu yana resim, zaten eserlerimde önemli bir izlek oldu. Bu kez, sanat tarihinde “nü” olarak bilinen çıplaklık izleğinden yola çıkarak beni etkileyen sanatçıların yapıtlarına bir yazar gözüyle baktım. Resim eleştirmeni veya sanat tarihçisi değilim ama resim, özellikle de nü üzerine söyleyeceklerim vardı. İşte o söyleyeceklerim, bir ölçüde bu kitapta, “Eros’un Renkleri”nde yer aldı.

Edebiyatta Eros çoğu zaman hem yaratıcı hem de yıkıcı bir güç olarak karşımıza çıkıyor. Yazı dilinizde Eros’un hangi yönünü ele aldınız? Hangi yönünü tercih ediyorsunuz?

Bu yerinde bir değerlendirme. Eros’un Antik Yunan’da hem yapıcı hem de yıkıcı yönleri var. Eros, aşkın tanrısı ve attığı oklarla anılır, çünkü aşk, özellikle cinsel anlamda acıtan ve yıkıcı bir şey olabilir. Bu yüzden Eros’u, ölüm tanrısı Thanatos ile birlikte düşünmek gerekir. Arzu, cinsel anlamda bir ölüm metaforu olarak birçok yapıta ve mitolojiye yansır. Kitabı yazarken cevaplamak istediğim soru şuydu: “Peki, resimde ne oluyor?” Bu soruyu cevaplarken umulmadık güzelliklerle karşılaştım. İnsan gövdesinin sadece bir arzu nesnesi olmadığını, hayal gücüne de yol açtığını ve kendi başına bir güzellik taşıdığını fark ettim.

Kapakta Picasso’nun “Avignonlu Kızlar” adlı eseri yer alıyor. Bu tablo, modern sanatın en çarpıcı ve en tartışmalı yapıtlarından birisi. Bu tablonun kitap kapağında yer alması sizin seçiminiz miydi?

Evet, diyebilirim. Çünkü Picasso’nun “Avignonlu Kızlar”ı, Kübizm akımının başlangıcı sayılıyor. İlk kez bu eserle resim, taklit veya tasvir olmaktan çıkıp kendi gerçekliğini oluşturuyor. Picasso’ya “Bu ne biçim balık?” diye sorduklarında, “O balık değil, resim,” diyor. Eğer “Avignonlu Kızlar” tablosu için “Bu ne biçim kadın?” diye sorulsaydı, muhtemelen “O kadın değil, resim,” cevabını verecekti. Avignon, Fransa’da papalık yapmış, temiz ve namuslu kızları çağrıştıran bir kent olarak bilinir. Hâlbuki tablodaki “Avignon”, Barcelona’da bir kenar mahallenin adıdır ve resmedilenler de o mahalledeki bir genelevde çalışan beş fahişedir. Hatta Picasso ilk eskizlerinde bir denizci ve bir öğrenci olmak üzere iki de müşteri figürü eklemiş, sonra onları tablodan çıkarmıştır. Diyeceğim o ki, modern resmin başlangıcı aslında cinselliği ve genelevi tasvir eden bir tablodur. Kitabımda bunun altını çizdim.

Eserinizde 18. ve 19. yüzyıl Paris’i bir “libertin” yani sefahat ve özgürlük mekânı olarak geçiyor. Degas, Picasso, Modigliani gibi büyük ressamların tablolarında da bu Paris karşımıza çıkıyor. O tabloların estetiğiyle kendi anlatımınız arasında bir bağ kuruyor musunuz?

Resim, öykülerimde ve romanlarımda genel bir izlek olsa da ille de doğrudan bir bağ kurduğumu düşünmüyorum. O sanatçıların yapıtları kendi içinde değerlendirilmeli, kitaplarım da öyle. Ama etkilendiğim ve eserlerimde söz ettiğim ressamlar oldu. Örneğin “Buğday Tarlasında Ölüm” öykümde Van Gogh’u, “Elini Kana Bulayan Ressam”da ise Caravaggio’yu anlattım. “Doğaya Açılan Pencere” adlı kitabımda izlenimci sanatçılar Monet ve Sisley de var. Bir süredir resimle düşüp kalkmaya başladım ve bu durum ister istemez öykülerimde ve romanlarımda daha fazla görülür oldu.

Kitapta renkler arasında en çok mavi öne çıkıyor ve bu rengi özellikle Matisse ile özdeşleştiriyorsunuz. Bu rengi seçerken kendi duygusal tarihinizden de izler var mı? Çünkü Matisse’in kızıyla olan ilişkisi sizi kendi kızınızla olan ilişkinize götürüyor.

Mavi, çok özel bir renk. Picasso’nun “mavi dönemi” vardır ve bu, benim sevdiğim, kitapta da söz ettiğim bir dönemdir. Matisse ise Akdeniz ışığıyla birlikte maviyi Nice kentinde keşfetmiş ve bu renk, yapıtlarında çok önemli rol oynamıştır. Kızıyla olan ilişkisine gelince… Kızı Marguerite, babasına özenen ama onun yeteneğine sahip olmayan, evlilik dışı bir ilişkiden doğmuş bir kız. Babasına çok yardımcı oluyor, yaşlanınca tüm işlerini üstleniyor ve sık sık ona modellik ediyor. Geçenlerde Paris’te bu baba-kız ilişkisini yansıtan bir sergi gördüm ve beni çok etkiledi.

Benim de iki kızım var. İyi bir baba, iyi bir koca ve iyi bir yazar olmak zor. Benim için öncelik iyi bir yazarlıktı, bu yüzden kızlarımla her zaman yeterince ilgilenemedim ve şimdi bunun getirdiği bazı sorunları yaşıyorum. Matisse aracılığıyla kendi dertlerimi de biraz yazdım. “Baba Bak Deniz” adlı kitabımda küçük kızımla olan ilişkimden bahsetmiştim. Burada o ilişkiyi başka bir sanatçı üzerinden yeniden anlamaya ve anlatmaya çalıştım.

Eserlerinizde şehirler çoğu zaman birer fon değil, yaratımın kendisine dönüşüyor. “Bir sanat yapıtını onun mekânla ilişkisini anlamadan çözümleyemeyiz” derken sanki kendi yazma biçiminizin de ipucunu veriyorsunuz. Siz bir şehre girdiğinizde önce kelimeleri mi görürsünüz, renkleri mi?

Roman ve öykülerimde kentler önemli bir yer tutar. “Şeytan, Melek ve Komünist” romanımda Berlin ve Moskova, “Boğazkesen”de 15. yüzyıl ve günümüz İstanbul’u, “Resimli Dünya”- da ise Venedik belirleyicidir. Mekânı dile getiriş, Fransız yeni romanında da gördüğümüz bir tekniktir ve ben bunu kendime göre kullanmaya çalıştım. Hem benim mekâna bakışım ve onun sözcüklere dönüşmesi hem de mekânın kendi içinde bir anlatı ögesine dönüşmesi söz konusu. “Eros’un Renkleri”nde ise Paris ön plana çıktı, çünkü bahsettiğim sanatçıların çoğu orada yaşamıştı. Ama Paris anlatmakla bitmeyecek bir kent, belki ona özel bir kitap da gelebilir.

Van Gogh’un ölümüyle ilgili kesin bir dille intihar ettiğini belirtiyorsunuz. Bu, cinayet mi intihar mı diye çok tartışılan bir konu. Bu konudaki düşünceniz nedir?

“Van Gogh intihar etmedi, bir aşk meselesi yüzünden öldürüldü” diye bir sav ortaya atıldı. Bu, bir romancı olarak beni ilgilendiriyor ama sanat tarihi açısından pek de geçerli bir iddia değil. Yalnız şöyle bir soru var: Neden kurşunu karnına sıkıyor? İntihar edecekse ya başına ya da kalbine sıkardı. Bu sorunun cevabı henüz verilmiş değil. Van Gogh, son 70 gününde her gün bir tablo yapacak kadar çok çalışıyordu. Ama daha önce akıl hastanesinde yatmış, akli dengesi tam yerinde olmayan dâhi bir sanatçıydı. Ben de bu vesileyle mezarını ziyaret ettim; kardeşi Theo’nun yanında yatıyor.

Ömrünü bu kadar sanata ve tablolara adamış biri olarak günümüzdeki dijital sanatları nasıl buluyorsunuz?

Dijital sanatla pek aram yok. Daha kolay bir şey dijital dünyaya hâkim olmak, o tür sergiler yapmak. Bir itirazım da yok, çünkü “Eros’un Renkleri”ni yazarken her zaman tabloların orijinallerini göremedim, bazen dijital illüstrasyonlar üzerinden çalıştım. Bu bakımdan dijitalin önemini kabul ediyorum. Ama ben biraz eski kuşaktan geldiğim için dijital dünyayla aram çok iyi değil. Figüratif resim ve İzlenimcilik beni daha çok çekiyor. Rönesans dönemi de öyle.