Sadakatsizlik Hakkı

Geçtiğimiz günlerde özeti veya tanımı niteliğinde yazdığım ''Sadakatsizlik Hakkı'' konusuna detaylı olarak tekrar değiniyorum.

Öncelikle ‘’Sadakatsizliğin’’ tanımı üzerine tartışmamız gerekir bunun için üç farklı filozof babamızdan alıntı yapacağız ve üzerine konuşacağız.

“Öyle davran ki, eylemin dayandığı maksîm (ilke) senin istemenle birlikte evrensel bir yasa hâline gelsin.”

“Yasama yetkisine (yani halkın kendi anayasal kanununa) direnmeyen, her zaman hukuk rejimini yıkacak olan maksîmdir.”

Immanuel Kant

Kant’ın sadakatsizliğe karşı tutum hakkında bu kısa alıntıyla karar verecek olsaydık, Kant’ın ilkesiz bir otorite takipçisi olduğunu düşünebilirdik. Lâkin Kant, bireysel olarak sadakati her ne kadar “ödev ahlakı” olarak görse de, devletlerin ve ulusların insanlarına karşı suçlarda gayesi “iyilikseverlik ödevini” yerine getirmektir.

— — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — —

“Arzularını ne kadar çok anlarsan, onlar tarafından kontrol edilme olasılığı o kadar azalır… Kendi doğamıza ihanet ettiğimizde kaçınılmaz olarak kırgınlık oluşur; ama kendi seçimlerimizin sonuçlarını üstlenmek acı verici olduğu için bu kırgınlığı başka insanlara, özellikle bize en yakın olanlara yansıtırız. Bu pek çok ölümün gerçekleşmesine neden olur.”

Kitlelerin Renkli Tepkisi

“Yığınlar için en kötü olan, bir başkasının zihninin kapılı olduğu duygularla ve bir başkasının öfkesiyle harekete geçirilmektir.”

Zarardan Kaçınma İlkesi

“Hiç kimse, yerine getirilmesinin çiğnenmesinden daha zararlı olduğunu düşündüğü/ inandığı bir söze sadık kalmaz.” (İtaatsizlik, eğer halk devlet yasalarının kendi varlıklarını koruma çabasına — conatus — zarar verdiğini düşünürse, doğal bir tepkidir.)

“İster korkuyla ister umutla olsun, halk kendi yasalarının ve hoşgörünün otoritesini çiğnediğinde, bu eylem hukuka aykırıdır.”

Baruch Spinoza

Spinoza’da sadakatsizlik, bireysel bilgiler ve isyan bağlamında ele alınır; onun için, dış koşullar uygun ve önceki gereklilikler sağlanmışsa isyan doğal bir durum olarak değerlendirilebilir. Bence bu konuda en iyi çıkarımlardan biri de budur ve bu yanıt, yazıda sorduğumuz “isyan sadakatsizlik midir, haklı mıdır?” sorusuna da yanıt verir. Bununla birlikte Spinoza, toplum hayatına bağlılığı birçok düşünceden önce koyduğu için devleti kurup devlete ait idare hakkına karşı çıkmayı “hukuki değildir” şeklinde değerlendirir; bu söz, nesnel bir değerlendirmeden öte bir şey değildir, çünkü isyan doğru veya yanlış eylemin ötesinde doğal bir sonuçtur. İsyana sebep veren devlet yapısı zaten bir baskı kaynağıdır; halkın özgür tercihini elinden almış, meşruiyetini yitirmiş ve yok olmaya mahkûm hâle gelmiştir.

Şimdi konunun özüne dönecek olursak: Sadakatsizlik ifadesi birçok filozof tarafından ahlak dışı, iradenin başarısızlığı vb. olumsuz özelliklerle ilişkilendirilir. Ancak yazıda ele alınan düşüncenin aksine, sadakatsizlik durumu bireysel ilişkileri merkeze alan bir denemeye dayandığından bizi ilgilendiren esas husus bu değildir.

Kant ve Kant’a benzer fikirlere sahip olanlar — bunları desteklemediğimi, hatta bazılarını uçuk bulduğumu belirtirim — “dünya vatandaşlığı” düşüncesinden yola çıkarak isyanı haklı bir fiil olarak görebilirler. Lâkin temeliyle bağ kurmadığımdan Kant’ı kendime dayanak olarak sunmayacağım; Kant’ın hayatı ve fikirlerinin dayanağını paylaşmayı siz, saygıdeğer okurlara bırakıyorum.

Benim destekçi olarak gösterdiğim kişi, bu yazıya başladığımda keşfettiğim ve ideolojik fikrine, beraberindeki insanların inançlarına katıldığım Henry David Thoreau’dur (19. yüzyıl Amerikalı filozof, yazar, şair ve doğa bilimcisidir; Transandantalizm akımının en radikal ve eylemci isimlerinden biridir). Fikirlerine neden katılmadığımı başka bir yazıda anlatacağım; fakat bu arkadaşın eylemini ve bazı ayrılık noktalarını birkaç alıntıyla açıklayacağım.

“Çoğunluk adil olduğu için değil, fiziksel olarak daha güçlü olduğu için hükmeder. … Vatandaşın bir an için olsun, yasa koyucuya veya yargıca vicdanını her şeyin teslim etmesi gerekmez. Görevin yapıldığı tek yasa her zaman doğru bilgidir.”

Bu alıntıyı kendime dayanak olarak gösteriyorum çünkü yasalar, çoğunluğun gücünü azınlığa karşı korumak ve azınlığın gücünü çoğunluğa karşı korumak için üretilen toplumsal mutabakatlardır. Bu kurallar, aslında toplum adına insanlığa dayatılmış düzenlerdir; ki hukuk, en çok ihtiyaç sahibi kişiler tarafından en çok dilenen şey olduğu hâlde, bu kişiler aynı hukuk tarafından en çok ezilenlerdir. Bu bakış açısıyla yasaya ve hukuka göre ihtiyaçların dile getirilmesi, yalnızca kişinin reforme edilmiş ezilme yöntemine erişmesi anlamına gelir. İsyan öyle mi? Elbette değil; isyanla getirilen hukuk, siyasi talepleri olanların arzuladığı gösteridir; çünkü isyanla gelen hukuk, güce dayananların desteklediği bir haktır. Vicdan ise daimî olarak yasa ile çatışacak bir ifade olabilir; hatta vicdan, kendi koyduğumuz kanunlarla dahi karşılaşır ve kişi bu nedenlerle hareket etmelidir.

“Eğer [hükümet] makinesi zorunlu olarak adaletsizlik doğuruyor ve adaletsizlik size dayanılmaz davranmanızı gerektirecek bir yapıdaysa, o zaman söylemek doğru olur: kişilerin çiğnemesi gerekir. Bırakın hayatları bu makineyi durduracak bir karşı güç olsun.”

Yazarın burada kastettiği şey doğrudan çatışmaya girmek değil; eylemsizlik, olaya dâhil olmama ve kusur olarak olayın aşılmasıdır — yani onu yok etmek değil, onu aşmaktır. Bununla beraber Henry, sistemi yok etmeye çalışmaktan ziyade, sistemin maddi ve dolaylı desteklerini kırmanın en iyi yol olduğunu söyler; kesemesek dahi en azından azaltmaktır. Yaşanan sürecin aşılması, olayla doğrudan mücadele etmekten daha etkili bir yöntem olarak sunulur. Lâkin Henry bunu herkese dayatılan bir reçete hâline getirince, benim nazarımda bu fikir kendi kendini aşmış olur. İnsan, sabit bir fikirde veya yöntemde uzlaşamayacağı gibi, genel olarak düzeni yıkmayı isteyen tek bir varlık değildir. Eğer Henry’nin fikirleri toplumun büyük kesimine nüfuz etse bile, düzenin yıkılmasının yol açacağı kaos insanları caydırır ve düzeni kurtarmaya ikna eder. Henry ise bu düşünceyle başarılı olamayacağını düşünmektedir

“Hayatımızı sadeleştirelim, sadeleştirin. Üç ya da iki işiniz olsun; yüz ya da binden değil; bir milyona saymaya mecbur olmadığınız yerde beşe kadar sayın. Her şey en basit sözcüklerle kalsın. […] Çoğu lüks ve geçiş, yalnızca vazgeçilebilir değil, bilime karşı bir engeldir.”

Bu fikri uygulamak için bir orman kulübesinde iki yılını geçirmiş olan Thoreau, bunu pratiğe dökmüş ve başarabilirliğini göstermiştir. Belki ben de başarabilirim; belki sen de. Bu platformla beni tanıştıran değerli dostum Ege Arda Orel ve onun yaşam felsefesini ya da ondan farklı bir felsefeyi benimseyen başkaları bunu başaramayabilir. Henry anlatırken, insanın bir özünün olduğu düşüncesine kapılır; birçok filozof, felsefe üretirken ideal bir insan tasavvuruna yönelir ve kendi düşüncelerinin ideal insan için en uygun olduğunu iddia eder. İşte burada yanılgı başlar ve düşünürler, ideologlar başarısızlığı doruklarında yaşarlar. Henry, insanın iyi olduğunu iddia ederek bir fikir sunar; fakat insanın özü varsa da bu iyi veya kötü değil, çoğunlukla bencilliktir. Bencillik, insan varlıkları için yaşadıkları ve bireysel koşullanmalar sonucunda farklı felsefelerle ortaya çıkar ve “Herkes İçin Başka Felsefe” gerçekliğinin doğruluğuna delil teşkil eder.

Konudan çok saptığımı düşünüyorum; bu yüzden “Herkes İçin Başka Felsefe” fikrinden ayrı bir yazıda bahsedeceğim. Zaten Henry’nin fikirlerine dair yorumlarımı da bu yazıda paylaştım. Sonuç olarak Ege Arda ile benim benimsediğim mücadele yöntemleri aynı olamaz; hatta belki birbirini desteklemez. Ben Henry’ye benzer şekilde düşünüyorum; başkası düzenle meydanlarda çatışmayı planlar, bir başkası da düzenle uyum sağlayıp onun içinde yükselerek onu alt etmeyi planlar. Son söylediğime “liboş” diye dalga geçtim; ama onların fazlalık mesafeleri nedeniyle düzenle uyum sağlamak, benim yaşam biçimime göre ormanda ayılarla dövüşmekten daha zor.

Çok uzun zaman burada konuştuğunuzda yazıların ekseriyeti 400–600 kelime arasında yayınlanıyor; benim yazım hâlâ değinilmesi gereken çok konu içerse de bin kelimeyi geçtiğinde konuları tek tek belirleyip ayrı başlıklarla paylaşacağım. Sonuç olarak, dövüşmek geleneksel kalıplar içinde yerleştirilmiş kişiler için ücret karşılığında ahlaksız bir eylem ve suçtur; bu hususta kalıplara sıkışmadan düzeni sorgulayan kişiler düzeni aralarına alarak düzen içinde düzen kurmuş olurlar. Her iki hâlde de bu karşı çıkışlar kendi doğruluklarını içerir ve ben bunları küçümsemiyorum. Örneğin bağnaz olarak gördüğümüz ve burada ekseriyetin babası olan kişilerin eylemsel ve düşüncesel mücadelelerimizi kınaması, onların babası olmalarından ve buna hakları olduğundan kaynaklanır. Bir işçi baba, kıt kanaat geçindiği düzenden vazgeçme cesaretini göstermez; çünkü onu düzenli köle yapan şey, ona kınayan sorumlulukları ve çocuklarıdır. Bu sorumluluk bilinci sayesinde biz bugün bunları yazabiliyoruz ve onları kınamak, cezalandırmak yerine onları aşmak bizim görevimizdir.

Sonuca bağlayacağım: Bu sorunun tek bir cevabı yoktur; çünkü isyanı kötü yapan şey bakış açısıdır ve ben toplumun kanun koyucusu veya bir dinin yazıcısı değilim. Bu durumda, isyan usûlü farklılık göstermeksizin bireyin benimsediği ahlak, etik, politik inançları veya ekonomik farklılıkların karşılanmadığı bir ortamda gerçekleşiyorsa, sadakatsiz bir eylem olarak yorumlanamaz.

Kaynakça

Kant

1: Ahlak Metafiziğinin Temelleştirilmesi

2:Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme

3:Hukuk Metafiziği (Metaphysik der Sitten), I. Bölüm, s49

Spinoza

1: Etika, V. Kısım/ Etika, III. Kısım: Duyguların Kökeni ve Doğası ve IV. Kısım

2: Politik İnceleme (Tractatus Politicus), Bölüm II, 12. Madde

Henry David Thoreau

Sivil İtaatsizlik” / Civil Disobedience

Walden, ya da Ormanda Yaşam” / Walden; or, Life in the Woods

Görsel: Gemini

Sadakatsizlik Hakkı was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.