Saatin Duruşu: Kendi Zamanının Dışında Kalmak

Saatin Duruşu: Kendi Zamanının Dışında Kalmak

Kütüphanenin tozlu sessizliği yalnızca sayfaların hışırtısıyla değil, zihnin derinliklerinden yükselen bir soruyla yarıldı:
“Neredeydin?”

Bu soru, geçmişe dönük sıradan bir hesap sorma değildi. İnsanın zamanla kurduğu bütün bağları tek bir ip üzerinde toplayan keskin bir aydınlıktı. Mekânı değil; bilincin nerede çatladığını, hangi eşikte duraksadığını, hangi sessizliği taşıyamayacak kadar ağır, hangi gerçeği üstlenemeyecek kadar kırılgan bulduğunu yokluyordu.
Çünkü insan, bulunduğu yerle değil; hiç bulunamadığı yerlerle tarif edilir.

Kendisine ait sanıp terk ettiği odalarla, ertelediği dönüşümlerle, adını koymaya cesaret edemediği iç boşluklarla.
Bu noktada zaman, artık fiziksel bir akış olmaktan çıkar. Zaman, bilincin kendine nasıl dokunduğuna göre biçimlenen bir derinliğe dönüşür. Saatin durması, yalnızca bir arıza değil; düşüncenin kendi iç ölçeğini kaybettiğinde başvurduğu bir aynadır. Bir ölçü aracı sustuğunda insan, aslında ölçmekten kaçındığı şeyin kendi iç dağınıklığı olduğunu fark eder. Zaman eksilmez; eksilen, insanın kendini tartma cesaretidir.

Hilmi Rauf’un saati değiştirmeme kararı, yüzeyde duygusal bir bağlılık gibi görünebilir. Oysa bu karar, çok daha derin bir bilişsel sığınağın izini taşır. Bir nesne değiştiğinde, yalnızca nesnenin kendisi değil, onun temsil ettiği düzen de dönüşür. Saat yeniden çalışmaya başlarsa, Hilmi’nin yıllardır fark etmeden kurduğu iç denge bozulacak; nesnenin ritmiyle birlikte kendi ritmini de yeniden tanımlamak zorunda kalacaktır.
Bu yüzden saat olduğu gibi bırakılır.

Donmuş bir an, düşüncenin de donuk kalmasına izin veren küçük ama güvenli bir alan sağlar.
Bu askıya alınmışlık basit bir kaçış değildir. Daha çok, düşüncenin kendi kırılganlığını görünmez kılma stratejisidir. İnsan kendini korumak için bazen gerçekliği askıya alır; gerçekliğin ağırlığından değil, gerçekliğin gerektirdiği dönüşümden kaçınır. Çünkü bir tanım değiştiğinde yalnızca düşünce değil, bütün bir benlik mimarisi yeniden kurulmak zorundadır. Ve her yeniden kuruluş, eski yapının sessizce yıkılması demektir.

Saatin donmuş hâli, Hilmi’nin yalnızca geçmişine değil, geleceğine de bir sınır çizer.
Zaman ilerlerse seçenekler görünür olur.
Seçenekler görünürse insan kendi eksiklikleriyle yüzleşir.
Zaman durursa seçenekler silinir.
Silinen her seçenek, insanın yetersizliklerini örtmesine hizmet eder.
Durgunluk, fark edilmeyen bir ihmalin en nazik örtüsüdür.
Bu noktada saatle kurulan ilişki, bireysel bir hikâyeden çıkar; insanın zamanla kurduğu evrensel bağın örneğine dönüşür. İnsanlar çoğu zaman akışın içindeymiş gibi yaşar. Oysa akışın ritmini belirleyen dış dünya değil, içsel hareketin sürekliliğidir. İç ritim durduğunda, dış dünya ne kadar hızlanırsa hızlansın, bilinç o akışın dışında kalır. Hareket eden zamanın karşısında duran bir bilinç, yalnızca kendi gecikmesini hisseder.

İşte kırılma tam burada ortaya çıkar.
Kırılma bir çöküş değildir; bilincin aniden şeffaflaştığı bir açıklık anıdır. İnsan, zamanın aslında kendisinden türediğini kavradığında, zamanla ilgili bütün şikâyetlerinin de kendi iç düzenine ait olduğunu görür. Bu fark ediş suçluluk yaratmaz; beklenmedik bir tarafsızlık doğurur. Sanki zamanın nötr yüzü, insanın taşıdığı ağırlığı nihayet ona iade ediyormuş gibi.
Ve bu açıklığın içinden yeni bir soru yükselir—önce fısıltı, sonra düşünce:
“Eğer zaman bensem, benden ayrı olan nedir?”

Bu soru metafizik bir cevap aramaz.
Dışsal bir kaynağa işaret etmez.
Aksine, insanın kendi hareketsizliğini gizlemek için kurduğu incelikli savunmaların tam merkezine yerleşir.
Çünkü insan çoğu zaman hareketten değil, hareketin gerektirdiği dönüşümden korkar. Böylece zaman, bir akış olmaktan çıkar; ertelenmiş bir değişimin adı hâline gelir.

Düşünce değişimden kaçtıkça zaman ağırlaşır. Zaman ağırlaştıkça insan kendi gecikmesini fark etmemek için daha derin bir suskunluğa sığınır.
Bu suskunluğun tam ortasında ise nihai kavrayış belirir:
Zamanın tanıklığı korkutucu değildir.
İnsan, kendi tanıklığından kaçtığı için zamanı suçlar.
Zaman yargılamaz.
Zaman müdahale etmez.
Zaman yalnızca kaydeder.
Ve bu tarafsız kayıt, insanın en çok kaçındığı şeyi açığa çıkarır:
Kendi gecikmişliğini.
Saat hâlâ durmaktadır.
Ama bu durgunluk artık bir sığınak değil, bir işarettir.
Zamanın sustuğu yer, insanın kendisini yeniden tanımlamak zorunda kaldığı sınırdır. Bu sınırın ardında beliren netlik, tek bir cümlede toplanır:
İnsan, zamanın neresinde olduğunu bilmediği sürece hep geç kalacaktır.

Ve geç kalmak, yapılmamış bir eylemin değil; fark edilmemiş bir varoluş biçiminin adıdır.
Saatin sessiz yüzünde okunamayan o donmuş dakika, bir anı temsil etmez. Tüm anların buluştuğu nötr bir eşiği işaret eder. Çünkü insan ne kadar kaçarsa kaçsın, sonunda kendi ritminin dışına çıkamayacağı bir noktada durur.

Bu nokta, zamanın değil; insanın kendisiyle yüzleştiği andır.
Ve o yüzleşmenin bütün soruları tek bir gölgede toplanır:
“Neredeydin?”
Bu soru bir son değildir.
İnsanın kendi yaşam tasarısının başlangıcıdır.

Çünkü kişi bu soruya verdiği cevabın içinde yalnızca zaman karşısındaki yerini değil, kendini hangi gecikmeyle var ettiğini de öğrenir.
Saat artık bir nesne değildir.
Düşüncenin kendi üzerine döndüğü eşiğe dönüşmüştür.
Zamanın akması ya da durması artık ikincildir.

Asıl olan şudur:
Zaman, insana yöneltilen soruların biçimidir.
Ve insan, kendi gecikmesini anlamadıkça zamanı asla anlayamaz.

Saatin Duruşu: Kendi Zamanının Dışında Kalmak was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.