Rüzgârı sevmeyen yoktur. Bunaldığınızda size bin türlü kokuyu getirir. Çiçek, böcek, deniz, balık, yosun, mercan demez, önüne ne katarsa yetiştirir. Siz birden nefes alırsınız, koku hayattır çünkü. Rüzgâr serinliktir. Yandığınızda, yakıldığınızda yetişir. Teninizi okşar, tepeden tırnağa ürperirsiniz. Yeniden doğmuş gibi olursunuz.
Eskiler -bizim ellerde-, “va u waxt” derlerdi: Rüzgâr ve Zaman. Rüzgâr zamanın dışındaydı. Yağmur hep yağmaz, ay gündüz yüzünü göstermez, güneş geceleri doğmaz. Ama rüzgâr her an, her yerde -sabahın köründe, gecenin alacakaranlığında- sadık bir dost gibi -herkese eşit- yetişir. Hele dara düştüğünüzde.
Ülkenin belli başı hapishanelerinde, avlularda toplanmıştılar. Yüzlerce gençtiler. Üstleri başları perişan, bedenleri eziyet edilmiş haldeydi. Uzun zamandır bir parça ekmek yemeyi bile kesmişlerdi. Sene doksan dokuzdu. Bu kaçıncıydı, hatırlayan yoktu. En basit isteklerini elde etmek için yemek yemeyen kuşaklardandılar. Zaman kavramı durmuştu, çünkü “mevsimlerdir direniş”teydiler. Bir ekmeği, kuru bir baş soğanı, sarılmış bir cigarayı, tulum peynirini, beş tane zeytini, zulada gizli çiçekleri paylaşıyorlardı.
Meclistekiler, uzun zamandır onları tek kişilik odalara kapatmaya kararlıydılar. İçeride devletin otoritesi kurulmalıydı. Hazırlıklar tamamlanmış, sevkler başlamıştı. İçeridekilerin toplanıp direnişe geçmesinin sebebi işte bu ani gece nakilleriydi. Taraflar bilenmişti, bakanlık hücrelere doldurmak, onlar direnmek düşüncesindeydiler.
Bayrampaşa’da yataklarını havalandırmaya çıkarmıştılar. Ölenler, ölmekte olanlar ve daha ölecek olanlar havayı, güneşi ve rüzgârı duymak istiyordular. Havalandırma ana-baba günüydü. Kendi aralarında gizlice sözleşmişçesine, hepsi de son saatlerini rüzgârla geçirmek istiyordular. Açlık grevinin iki yüz küsürüncü günlerindeydiler.
Sadegül, sedyesiyle getirilmişti. Durumu ağır, sürekli kusuyor, etrafında toplananlar, yarın, öbür gün ne olacağını biliyor. Sadegül, rüzgârı içine çekmek istiyor. Hiç konuşmuyor, yalnızca derin derin nefes alıyor. Muzaffer ona bakıyor, içi çok kaygılı, düşünceli, yüzü umutlu. Münire bir köşede. O da Sadegül’e bakıyor. Bir yandan da tenini okşayan rüzgârla konuşuyor.
Sonra Muzaffer -birdenbire- Sadegül ve Münire’ye, rüzgârın gülbahçesiyle o eski hikâyesini anlatmaya başlıyor. Bu acemi rüzgârın, içinde çeşit çeşit çiçeklerin olduğu bahçeye olan sevdasının öyküsüdür. Karanlık, uzun kış gecelerinde nineler, yaramaz torunlara bu hikâyeyi anlatmıştır hep.
O renkli çiçekli bahçeye ılık ılık esen genç rüzgâr, tüm çiçekleri tek tek dolaşır, hepsini usulca okşarmış. Yapraklarını temizler, tohumlarını, polenlerini taşırmış. Yağmuru katarmış önüne, bahçeye getirirmiş. Bir gün kapkara bulutlar sarmışlar bahçenin üstünü, aralıksız yağmaya başlamışlar. Saatlerce süren yağmur, doluya çevirmiş. Rüzgâr ne kadar esse de, bir türlü durduramamış gökten yağanları. Çiçek bahçesi tarumar olmadan evvel, rüzgâr hiç olmazsa bazı çiçekleri toplamak istemiş koynunda, zar-zor kurtarmış bir kaç tanesini. Koynuna aldığı umut, sevda ve özlem çiçekleriymiş. “İşte şu esen o rüzgârdır”, dedi Muzaffer, “bizi okşayan O.” Havalandırmada herkes gülümsedi.
Eyüphan Başar, ‘96 Ölüm Oruçlarına katıldı. Korsakof oldu. Eyüphan’ı ve tek kişilik hücreleri, hapishane direnişlerini ve ölen yüzlerce genci yeni kuşaklar bilmiyorlar. Herkes unuttu -şunun şurasında çeyrek asır evvel- olan bitenleri.
Eyüphan, açlık grevinin ellinci günlerinde yazmaya başladığı öyküleri yayınladı geçen ay: Nehrin Bir Devinimi. Bunlar, açlık öyküleriydiler. Zaman değişmişti, ama rüzgâr aynıydı. O, yaralı bedeni ve unutkan zihniyle dolaşıyor ülkenin şehirlerini şu günlerde. O günleri anlatıyor.
“Unutulmasın” diyor, “nitekim unutamayız, bu defa Kuyu Tipleri’ne doldurmak istiyorlar gençleri.” Uyarıyor bizi, hasta bir beden ve unutmuş bir hafıza. Dışarıdakileri uyarıyor, unutmuş milyonlarca hafızayı uyandırmak istiyor.