Pax Erdoğanica

Zalimin zulmü dur durak bilmedikçe, her şiddet dalgasında kolumuz kanadımız biraz daha kırılıp umarsızlığa düştükçe, kendimizi korumanın, sağ kalmanın yolları tükendikçe, sıkışıp kaldığımız köşeden kurtulmanın farklı bir yolu önümüzde belirebilir. Hayatta kalabilmek ve şiddetten kaçınabilmek için, bizi öldürmek isteyenin arzusuyla bütünleşerek “biz” olmaktan çıkıp, “O’nun bizden beklediği” olmaya başlayabiliriz. Dünyayı, zalimin gözünden algılayıp, duygularımız, davranışlarımız ve düşüncelerimizde “O’na benzemeye” başlayabiliriz.

Zalimin arzusuna bilinçli olarak (ve geçici olarak) boyun eğmek zorunda kalmaktan farklı bir haldir bu; arzuya uyarak değil o arzunun bir parçası olarak korunmaya çalışırız. Kendimiz olmaktan çıkarak zalimin zihninde nasılsak, bizim kim olmamızı bekliyorsa öyle olmaya başlarız. Üstelik bu sürecin farkında bile olmayız.

Bir ilişkide sürekli örselenenlerin kimlik hissi giderek örselenme deneyimi ile bütünleşir. Örselenme deneyimi ruhumuzun içine sızar ve bizim algı, duygu, düşünce ve eylemlerimizi belirler. Zalimin beklentisini karşılamaya çalışmakla kalmaz, olası zulümlerden korunmak için, karşılaştığımız her insanın zihnini okumaya, onun bizden beklediklerini önceden sezmeye ve güçlü olarak gördüklerimizin isteklerini yerine getirmeye de koşullanırız.

“YARALI KİMLİK”

“Kimliği yaralardan kurma” hali son çeyrek yüzyılda maalesef olumlu ve özgürleştirici bir isyan kimliği olarak tahayyül edildi. Oysa “yarayı” kimliğin asli bir parçası olarak tanımladığımızda şiddete maruz kalmadan önce “her ne isek” onu bir anlamda kendi ellerimizle toprağa verdiğimizi ve bir daha hiçbir zaman “kendimizi gibi kendimiz olamamayı” kabullendiğimizi, şiddet olmasaydı ne olacağımız olacağından da vazgeçmiş olduğumuzu anlayamadık.

Şiddet ve maruz kalanların yaşantıladığı örselenmenin “iyileştirilmesi” işi, bu yolla bir tür “travma endüstrisine” dönüştü. Böylece örselenen, hayatı boyunca örselenmiş olmayı bir kimlik olarak içselleştirdi. Travma tedavi endüstrisinin bireylerde neden olduğu “yaralı kimliğin sabitlenmesi” işi, kollektif travmaya maruz kalan halklar için “politik mücadelenin kimlik üzerinden yürütülmesiyle” benzer bir duruma neden oldu. Şu ya da bu kimlik değil de “yaralı kimlik” sabitlendi. Hal böyle olunca da her “yaralı kimlik”, iyileşmeyi, “yarayı açana benzemek, onun gibi olmak” olarak tanımlamaya başladı.   

Böylece kişi ya da halk/lar, ben ya da biz olmanın yollarını ararken, arayışlarında ben/biz olmayı şiddetle engelleyenle mücadele ettiklerini sandıkları sırada, şiddeti uygulayan zalimin istediği gibi bir “kimliğe” bürünüp, ona tabi olarak, bir otomata dönüştüler.

Bu etkileşim bir yandan şiddete maruz kalanı yaralı kimliğin sınırlarına hapsedip sabitlerken daha beter olarak zalimi de yıkılmaz, yenilmez bir güç olarak “ebedileştirdi.” Zulme uğrayanlar, zulmün koşullarını değiştirmek için mücadele etmek yerine, kimin zulüm göreceğini belirleyenin yanında olmaktan başka çıkar yol yokmuş gibi hissetmeye başladı.

1933 yılında Avrupa koşar adım faşizme giderken, Sandor Ferenczi’nin şiddete, cinsel istismara, tecavüze maruz kalmış bireylerle çalışırken tanımladığı “saldırganla özdeşleşme” savunma düzeneği 1980 sonrası toplumsal hareketleri ve kimlik mücadelelerini anlamak için yolumuzu aydınlatabilir.

YARANIN İRİNİ

Saldırganla özdeşleşme, şiddet anında ebeveynine karşı “güçsüz” olan çocuğun, şiddetten korunmak için bulduğu trajik bir kendini savunma biçimidir. Orada güç eşitsizliği açıktır, hiç kimse  çocukken ebeveyni kadar güçlü değildir. Ama saldırganla özdeşleşme, çocuğu küçükken bir anlamda korusa da çocuğun büyüyüp artık ebeveyninin gücüne eriştiğinin bilincine bir türlü  varamamasına da neden olur. Böylece çocuk ne kadar büyürse büyüsün, ebeveyn onun gözünde hep “yenilmez, yıkılmaz bir güç” simgesi olarak kalır. Kollektif travmaya maruz kalan halkların kollektif kimlikleri de benzer işliyor olabilir.

Sürecin trajik yanı ise çocuk büyüyüp güçlendiğinde artık şiddet öncesi kimliğine dair bir izin kalmamış olmasıdır. O, artık çoktan ona zulmedenin istediği kişi olmuştur. Erişkin olmuş olsa da dünyayı kendisini ezenin, zulmedenin gözünden gören biridir.

Bütün tarihsel, ekonomipolitik belirleyicileri paranteze aldığımızda Erdoğan’ın başarısı ya da “Erdoğan Barışı” olarak niteleyebileceğimiz halin ruhsal dinamikleri böyle işliyor diyebiliriz. Hayranlık dolu bakışlardan ya da gazetecilerden, sanatçılara kadar muhaliflere haddinin bildirilmesi heyheylenmelerinden sızan işte tam da bu yaranın irini olabilir.

Özgürleştirici devrim, yarayı tedavi etmek değil, yarayı kazıyıp söküp atmaktır. Çok ama çok sancılıdır ama özgürleştirir. Yaşadığımız ya da arzuladığımız barış, kimliğimizi yaralarımızla kurmaktan vazgeçmekle başlayacak.

Zalimin zulmü varsa ezilenlerin de sosyalizmi var!