Öznur Unat: Yazarın korkmama yükümlülüğü var

Tayfun Topraktepe

Öznur Unat’ın ikinci dosyası Bizans Kapısı Çin Büyüsü, Vacilando etiketiyle raflarda yerini aldı. Titiz bir çalışma ve bol emek harcandığı daha ilk öyküsünden anlaşılan kitapla ilgili sorulamızı Öznur Unat yanıtladı.

Hemen her öyküye bir şarkı eşlik ediyor. Bunu bazen metnin içinde, bazen de dipnotlarda vermişsin. Bu şarkılar sana bu öyküleri yazdıran şarkılar mı, yoksa okurlar için “bu öykü bu şarkıyla iyi gider” mesajı mı? 
Bu şarkılardan sadece “Azar Azar Başlayıp Birden Boşalan Yağmur Yüzünden” öyküsünde geçen “Stairway to Heaven” şarkısı, bana o öyküyü yazdıran şarkı. Diğerleri genelde atmosfere uygun olduğu için seçip dinlediklerim. Bu öykü bu şarkıyla iyi gider şeklinde bir mesaj hedefim yok. Bu, sonsuz seçenekler içinde okurun hayal gücünü de daraltırdı. Hayatın içinden bir hikâye anlatırken, mekânı, ortamı karakterin özelliklerini daha iyi ifade etmek ya da bazen vermek istediğimiz duyguyu pekiştirmek için şarkılar harika araçlar. Kendimce şarkıdan yola çıkıp öyküye ya da öyküden yola çıkıp şarkıya varınca, bunları da paylaşmak istedim.

Melodilerin nasıl ki notaları varsa, cümleleri oluşturan kelimeler de yazının notaları. Nasıl yapacağımı bilmeden yapmayı denediğim şey; o kelimelerle müzikteki ahengi verecek cümleler kurmaya çalışmak. 

Öykülerde Boğaz ve Çengelköy mekân olarak dikkat çekiyor. Edebiyat mesainde bu mekânların önemi ve yeri ne?
Çengelköy’de yaşadığım için genelde orada yazıyorum. Bir de Kuzguncuk. Buraları çok seviyorum. Kandilli ve Kanlıca’yı da ekleyeyim bu küçük Boğaz hattıma. Her şeyden önce buralar, mahalle dokusunu koruyan yerler. Semtin esnafını ismen tanırım, hangi gün pazar kurulur, nerede ne satılır bilirim, sohbet ederiz. Bu bana iyi gelir. Büyük ailenin parçası gibidir onlar. İnsanlarla gerçek ilişkiler kurmanın bir yolu da buradan geçiyor. Ayrıca İstanbul’un trafiğine maruz kalmak istemediğim için, mecbur kalmadıkça mahallemden dışarı çıkmayı tercih etmiyorum.   

Turist Ömer öykün, bittiği halde, kitap boyunca aklımızın ve kalbimizin bir köşesinde hep takip ediyor bizleri ve açtığı yaradan akarken kanımız son öykünde nefesleniyoruz. Eski dostumuz Arya’nın bir başka zaman ve yerdeki benzeriyle karşılaşıyor, yaşama dair inancımızı kaybedecekken yeniden umutla doluyoruz. 
Çin’de yaşarken geçici bakımını üstlendiğimiz bir köpek vardı, adı Arya. Köpekler ve sahipleri arasında kurulan bağ hem hızlı hem de güçlü oluyor. O köpeği çok sevdim. Sayılı günler bitip, memlekete dönüş vakti gelince Arya’dan ayrılmak zor oldu. Aramızdaki gönül bağını, kahramanı Arya adında bir köpek olan öyküye çevirmek istedim. Birlikte Turist Ömer izlerdik. Öykü bu duyguları zemin yaptı kendine. Son öyküdeyse, karakterin, Arya’yla yaşadığı ayrılığın acısını, başka bir köpekle telafi etme fırsatını yakalamasını istedim. Çin’deki yaşamın onda yarattığı değişim ve dönüşüm ne derece gerçek, işte bunu anlayacağımız bir kırılma anı diğer köpekle o temas. Bu öyküyle dostuma, uzaktan da olsa selam etmiş oldum. Bir de Muhsin Bey’in Parantezi öyküsü var ki o da emektar kedim Boncuk’tan aldı duygusunu. Kitabı da onlara ithaf ettim. 

Şair-yazar Zeynep Uzunbay “Suna” şiirinde “ruhum hem yırtık hem de yanık/sen enginar pişirdiğime bakma” der. “Azar Azar Başlayıp Birden Boşalan Yağmur Yüzünden” öykünde, ortalık yıkılırken Ayşe Hanım’ın akşam gelecek oğlu ve gelini için sütlaç pişirmesi bana bu şiiri anımsattı. Öykü karakterlerinin gözünden bakıldığında, evlilik yaşanılan değil de katlanılan bir şey mi onlar için?
Güzel bir çağrışım olmuş. Ayşe Teyze’nin de ruhu yanık ve yırtık. Belki de bu yüzden geleneklere yaslanmak daha konforlu geliyor. Yara bandı gibi. Bu öyküde evliliği bir olgu ve kavram olarak ortaya alıp, tarafların gözünden ona bakmaya çalıştım. Kimi toptan reddiye içinde kimi toptan bir kabul. Murat Kunter’in yaptığı zor olan. Hayatında olan biten her neyse masaya yatırıp kendine yakından bakmak. 

“Hayatın Muhasebesine Giriş” öykündeki ana karakterimiz sınıfsal farklılıkların bir yandan mağduruyken bir yandan da yeniden üreticisi oluyor. İnsanlar reelde sınıfsal olarak ezilen konumunda iken, kendilerini bir başkasını ezme, aşağılama üzerinden mi tanımlıyor, ne dersin?
Bu daha çok insanın kendi ezilmişliğini taşıyamadığı noktada ortaya çıkıyor. Karakterin başkasını aşağılama çabası, kendi kırılganlığını örtme girişimi. Bu hikâyede baba yokluğunun ailede yer açtığı boşluk ve yaşanan değişim, beraberinde yalnızlaşmayı getiriyor. Elbette toplumsal sınıf konumuna dokunuyor ve buna bağlı olarak statü kaygısı da yer alıyor. Eski Türk filmlerinde şahit olduğumuz, “zengin kız fakir oğlan” örneklerinde olduğu gibi bireyin fakirliğinden utanarak, bunu saklama çabası, utancın yarattığı duygusal baskı, işin içine toplum girdiğinde daha da ağırlaşıyor. Çünkü artık etiketlenme ve dışlanma olasılığı taşıyor. Öykünün sonunda karakterin vaktiyle utanmış olmaktan utandığına şahit oluyoruz. Ezilmekten korktuğu için ezen konumundan buraya doğru yapılmış bir yolculuk. Ama yol uzun sürmüş, üzerine koca bir ömür geçmiş. Yine de bu olumlu bir dönüşüm, çünkü yaşanmışlıklar üzerine ölmeden önce düşünebilmiş kahramanımız. Öykünün bu türde sorulara neden olması da çok sevindirici.

Bir dönem Yaratıcı Yazarlık atölyelerinden kaynaklı, hemen herkesin benzer biçimde yazdığı öykülere tanık oluyorduk. (Bu arada, nasıl yazılması değil de nasıl yazılmaması anlatıldığı sürece Yaratıcı Yazarlık Atölyelerini faydalı buluyorum) İyi öyküler, romanlar, tüm bu atölyelerde vb yerlerde anlatılanları unuttuktan sonra mı yazılabilir?
Bu atölyelerin en faydalı yanı, yazdığınız şeyi dikkatini vererek okuyacak ve hatta kritik edecek edebiyatla ilgili kişilerin, yorumlarını duyma imkânı sağlaması. Sosyalleşme zemini olarak da keyifli. Kişi hepsinden bağımsız, yolunu kendi belirler. Bunu yaparken de etkilendiği, hayran olduğu yazarlar vardır. Ne zaman ki “Sizin düşündüğünüz size, benim düşündüğüm bana” diyecek cesareti bulur, işte o zaman kendi gibi olmuş demektir. Bunun da en güvenilir ve temiz yolu çok okumaktır. 

Son dönemde okuduklarım arasında kimi öykücülerin kendilerine dilden yapılmış bir zırh kuşandıkları duygusuna kapılıyorum. Bir cinayeti de, intiharı da, tacizi de, kaybı da aynı mesafe, soğukluk ve risk aldırmayacak bir yerden yazıyorlar sanki. Bir bakıma kurdukları cümleler dilden oluşmuş bir kabuktan ibaret gibi geliyor. Okurun da yazar ve metin gibi bu çevrimin bir parçası olduğunu düşünürsek, nasıl bakıyorsun bu duruma?
Bu durum Türkiye’nin politik ikliminin bir yansıması. Düzene uyum sağlamak için yazarlıkta da bir tür ‘soslama’ var. Böylece yazar kendine güvenli bir alan yaratır. İçeriğin öne çıkması için politik iklimin yazara korkmadan yazabileceği bir özgürlük alanı sunması gerekir. Ancak yazarın korkmamak gibi bir yükümlülüğü de vardır her şeye rağmen. Bu noktada karnını doldurmaktan beslenmeye geçmek isteyenin de soslu tabak dışında başka tabaklar talep etmesi gerekir tabii. Bunları yapabildiğimiz ölçüde dil derinleşir, yazarın sesi de gerçek anlamda duyulur.