‘Otoriter’ Maduro, ‘demokrat’ ABD: Venezuela’nın suçu ne?

Erkin Öncan – Gazeteci

Dünya genelinde son dönemde oldukça önemli gelişmeler yaşanıyor. Ukrayna savaşıyla birlikte beklenen ‘Rusya’yla büyük savaş’ planları, Avrupa’nın son sürat militarizasyonu, yeniden tepe noktasına ulaşan, Çin’in ‘test edildiği’ ticaret savaşı, İsrail katliamlarının gölgesinde, Gazze’de ‘barış’ adı altında başlatılan ve çok sayıda soru işaretine sahip yeni dönem en çok öne çıkan başlıklar olarak dünya gündemindeki yerini koruyor.  

Bütün bu gelişmelerin ortak noktası, ABD emperyalizminin ‘barış’, ‘arabuluculuk’, ‘sorun çözme’ gibi gerekçelerle bu gerilim başlıklarının doğrudan tarafı olması. Kısacası emperyalizm, dünyada kaynağının aslında kendisi olduğu sorunları bir de ‘çözen taraf’ olarak hegemonyasını pekiştirmeye devam ediyor. Bütün bunlara ek olarak, yine ABD’nin doğrudan tarafı olduğu, en az diğer başlıklar kadar önemli olan ancak henüz çok fazla gündeme gelmeyen bir diğer coğrafyada sular neredeyse kaynama noktasına ulaştı: Venezuela… 

Sondan başlayalım. New York Times’ın ‘ismini vermeyen kaynaklara’ dayandırdığı haberine göre, ABD Başkanı Donald Trump, Venezuela ve devlet başkanı Nicolas Maduro’ya yönelik operasyonlar düzenlemek üzere CIA’yı görevlendirdi. ABD’nin adı darbeler, komplolar, suikastlar ve provokasyonlarla anılan ve bu konudaki ‘en tecrübeli’ saldırı örgütü CIA, Maduro’ya veya hükümetine karşı tek taraflı ölümcül gizli eylemlerde bulunma ve Karayipler’de bir dizi operasyon yürütme yetkileriyle donatıldı. 

Böylelikle anlıyoruz ki, Venezuela’da yeniden ‘düğmeye basıldı’… 

NEDEN VENEZUELA?

Venezuela, siyasi ve toplumsal hafızası yüzyıllarca süren İspanyol sömürge yönetimi ve bağımsızlık mücadelesiyle şekillenmiş bir ülke. Bugün Venezuela’nın başkenti olan Karakas’ta doğan, 19. yüzyılın başlarında İspanyol sömürgeciliğine karşı özgürlük, cumhuriyetçilik ve halk egemenliği hedefiyle Latin Amerika’nın bağımsızlık mücadelesine önderlik eden Simon Bolivar’ın adı bugün hala bu topraklarda siyasal kimliğin merkezinde duruyor.  

Sömürgecilik karşıtı ve bağımsızlıkçı miras, 1990’ların sonu ile 2000’lerin başında Venezuelalı devrimci Hugo Chavez’in iktidara gelişiyle birlikte Venezuela, hem iç politikada hem de uluslararası ilişkilerde bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist politikaları merkeze alan bir ülke halini aldı. Devletçi ekonomi politikaları, gelir dağılımındaki eşitsizliği sonlandırmak amacıyla atılan adımlar ve kapitalizmin neoliberal reçetelerine karşı açık bir siyasi duruş. Bu ‘Bolivarcı’ deneyim, emperyalizme ve bölgesel eşitsizliklere karşı açıkça konumlandı. Bu siyaset, Venezuela’nın emperyalizme karşı ilk ‘suçuydu’.  

Chavez önderliğindeki ‘Bolivarcı Venezuela’yı emperyalizmin hedef tahtasına oturtan bir diğer özelliği ise, zengin yeraltı kaynakları ve bu kaynakları büyük petrol devleri için değil, kendi halkının çıkarları için kullanmak istemesiydi.  

Venezuela, dünyanın en büyük kanıtlanmış petrol rezervlerine (yaklaşık 300 milyar varil) sahip bir ülke, ayrıca altın, doğal gaz, boksit ve nadir toprak elementleri gibi yüksek ekonomik değere sahip madenlerle de Latin Amerika’nın en zengin yeraltı kaynaklarına sahip. Chavez ve ardından Maduro dönemlerinde bu kaynakların devletleştirilmesi ve ABD merkezli şirketlerin çıkarlarına kapatılması, Washington açısından ciddi bir ‘tehdit’ oluşturdu. Bolivarcı hükümet, ‘kaynakların halka ait olduğunu’ söyleyerek emperyalist tekellere kapıyı kapattıkça, Washington’ın gözünde Venezuela, ‘ayar çekilmesi gereken’ bir diğer ülke haline geldi. Bu, ABD’nin Venezuela’ya yönelik politikasını şekillendiren iki temel amacı gösteriyor: Enerji kaynaklarını kapitalist sisteme entegre etmek ve Latin Amerika’daki bağımsızlık eğilimlerini bastırmak. 

Emperyalizmin deyim yerindeyse ağzını sulandıran yeraltı kaynaklarıyla birlikte, Chavez’in politik duruşu ve söylemleri, Latin Amerika’da Küba’yla birlikte ‘anti-emperyalist’ eğilimin yeniden canlanmasına öncülük etti.  

EMPERYALİZM NASIL ÇALIŞIYOR?

Bu nedenle Venezuela’nın yakın tarihi, yalnızca ideolojik rekabet değil; aynı zamanda ekonomik yaptırım, diplomatik izolasyon, desteklenen muhalefet aktörleri ve Amerikan istihbaratının merkezinde bulunduğu özel harekat biçimleriyle emperyalizmin nasıl çalıştığını gösteren somut bir örnek olarak okunabilir. Bu özellikleriyle Venezuela ayrıca, ABD’de her iki parti tarafından da hedef haline getirilen istisnai bir vaka olarak öne çıkıyor. ABD’de Demokrat ya da Cumhuriyetçi yönetimler, Venezuela’ya baskı politikasında her zaman uzlaştılar.  

Chavez sonrası dönemde de Maduro iktidarıyla birlikte Venezuela’nın ABD karşıtı tutumu da, ABD’nin saldırgan politikaları da olduğu gibi devam etti. Maduro döneminde ülke içinde artan siyasi gerilimi, ABD yaptırımları takip etti.  

2015’ten itibaren artan şekilde, ABD insan ‘hakları ihlalleri’, ‘demokratik kırılım’ gibi gerekçelerle Maduro başta olmak üzere Venezuelalı yetkililere yaptırım uygulamaya başladı.  

Bireysel yaptırımları, ekonomik saldırılar takip etti. Beyaz Saray, Venezuela’nın finansal işlemlerine kısıtlar getiren yürütme kararları yayınladı, ABD finans piyasaları Venezuela devlet borcuna erişimi kısıtladı. 

Yaptırımların merkezinde ise, Venezuela’nın ekonomik bağımsızlığının simgelerinden biri haline gelen Petróleos de Venezuela S.A. (PDVSA) bulunuyordu.  

Aslında PDVSA 1976’da devlet kontrolüne alınmıştı, ancak 90’lı yıllara gelindiğinde, neoliberal politikalarla yabancı şirketlere geniş ayrıcalıklar tanınmış, şirketin yönetimi uluslararası petrol tekellerine bağımlı hale gelmişti. Chavez de, 1999’da iktidara geldikten sonra PDVSA’nın tüm gelirlerini yeniden devlet denetimine alarak şirketi tamamen Bolivarcı devrimin ekonomik motoru haline getirdi. Böylece PDVSA’nın gelirleri, sosyal konut, eğitim ve sağlık programlarına aktarıldı; Venezuela’nın doğal kaynakları ilk kez geniş halk kesimlerinin refahı için kullanılmaya başlandı. 

ABD’nin, Maduro döneminde de devam eden bu faaliyetlere yanıtı ise ağır yaptırımlar uygulamak oldu. 

Ocak 2019’da ABD, PDVSA’nın ABD varlıklarını dondurdu ve ihracat gelirlerini engelledi. Bu durum, Venezuelalı enerji gelirlerinde doğrudan düşüşlere yol açarak devletin dış gelirlerini büyük oranda kısarak, onlarca milyar dolarlık kayıp yaşanmasına neden oldu.  

Bu esnada, Maduro’ya yakın üst düzey isimlere yönelik mal varlığı erişimlerinin kısıtlanması, bankacılık işlemlerinin engellenmesi ve seyahat yasakları gibi tedbirler sürekli genişletildi; bu da yönetimin dış bağlantılarını zayıflattı ve devletin hareket kabiliyetini kısıtladı. 

Petrol gelirlerindeki daralma, PDVSA satışlarına getirilen kısıtlar ve finansal izole etme stratejisi, ülkenin döviz gelirlerini daralttı; ithalat daraldı; enflasyon ve mal kıtlığı derinleşti. Yatırımın kaçışı, kredi erişiminin kesilmesi ve kamu hizmetlerinin finansmanında zorluklar birbirini takip etti.  

DARBE GİRİŞİMLERİ VE ‘DEĞİŞTİRME’ OPERASYONLARI

Yalnızca ekonomik de değil, ABD, siyasi anlamda da Chavez döneminden itibaren Venezuela’da iktidar değişikliği planlarında merkezi bir rol oynadı. Nisan 2002’deki Chavez karşıtı darbede ABD’nin darbeden haberdar olduğu veya muhalefet aktörleriyle temas içinde bulundu herkesin malumuydu.  

Aynı şekilde, siyasi komplolar Maduro döneminde de devam etti.  

2013’te Chavez’in ölümünden sonra iktidara gelen Maduro, ABD’nin ekonomik yaptırımları, petrol ambargosu ve diplomatik baskılarıyla karşı karşıya kaldı. Washington, Maduro’yu ‘gayrimeşru lider’ ilan ederek ABD yanlısı muhalefet lideri Juan Guaido’yu destekledi. Guaido, 2019’da kendini geçici devlet başkanı ilan ettiğinde ABD ve Avrupa ülkeleri onu tanıdı; bu süreçte CIA destekli propaganda kampanyaları, uluslararası medya aracılığıyla Maduro hükümetini ‘otoriter rejim’ olarak niteleyen bir söylem inşa etti. Guaido’nun girişimi halktan destek görmemesi nedeniyle başarısızlıkla sonuçlansa da Maduro yönetimi üzerinden yerleştirilen ‘otoriter rejim’ söylemi, emperyalist saldırganlık politikasının ‘meşruiyet kaynağı’ olarak ‘başarıyla’ yerleştirildi. 

Guaido’nun başarısızlığının ardından ABD ve Batı, Venezuela muhalefetini yeniden şekillendirmeye çalıştı. Ancak bu hareketlerin çoğu, halkın geniş kesimleri tarafından ABD’nin Venezuela’nın içişlerine müdahalesi olarak görülüyor.  

Emperyalizmin Venezuela’ya yönelik bu çok katmanlı saldırı stratejisi, elbette askeri alanda da kendisini gösterdi. 

Mayıs 2020’de Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro’yu devirmeyi amaçlayan silahlı bir darbe girişimi organize edildi. Eski ABD özel kuvvetler mensubu Jordan Goudreau tarafından liderlik edilen Operation Gideon isimli bu saldırı, ABD merkezli özel güvenlik şirketi Silvercorp USA tarafından organize edildi. 

ABD’nin devam eden saldırganlığında, ExxonMobil’in bölgede 10 milyon varilden fazla bir miktarda devasa petrol rezervleri keşfetmesi, neredeyse 200 yıla dayanan bir geçmişe sahip olan Essequibo krizini 2023’te yeniden alevlendirdi. Bu sefer Brezilya’nın da dahil olduğu ve tarafların sınıra asker yığmasıyla yükselen gerilimin odağında da, Guyana’nın Essequibo bölgesindeki altın, elmas, manganez, boksit, milyarlarca varillik petrol, trilyonlarca kübik doğalfaz, kereste, tatlı su gibi kaynakları vardı.  

Venezuela’ya yönelik aralıksız saldırılar, son dönemde Trump’la birlikte yeni bir evreye taşındı. Geçtiğimiz aydan itibaren ABD, Karayip bölgesinde ‘uyuşturucu operasyonu’ gerekçesiyle askeri yığınağını artırdı, küçük gemilere yönelik saldırılar düzenledi. Trump, Venezuela’ya yönelik bu yeni saldırı dalgasını uyuşturucuyla mücadele olarak nitelendirirken, Maduro, ABD’nin Venezuela’ya yönelik yeni bir savaş başlattığını vurguladı.  

TRUMP’IN İSTEDİĞİ ÖDÜL ‘YABANCIYA GİTMEDİ’

Trump, ikinci kez başkanlık koltuğuna oturduğundan bu yana ısrarla yaratmaya çalıştığı ‘savaşları bitiren lider’ imajını Nobel Barış Ödülü’yle taçlandırmaya çalıştı. Trump, ödülün kendisine verilmesi gerektiğini defalarca ve açıkça dile getirse de, ödülü Venezuelalı muhalif lider Maria Corina Machado kazandı.  

Siyasi açıdan düşündüğümüzde, ödülün ‘yabancıya gitmediğini’ söylemek mümkün. Trump’ın, ödülü kendisine ithaf ettiğini söylediği Machado, Venezuela’daki ABD yanlısı sağ muhalefetin önde gelen figürlerinden.  

Gençlik yıllarından itibaren Venezuela’da Batı yanlısı STK’larda görev alan ve demokrasi, insan hakları ve seçim gözetimi gibi konularla ilgilenen Machado, ‘Sumate’ adlı sivil toplum kuruluşunun kurucularından biri olarak, özellikle ‘seçim süreçlerinin adilliği ve şeffaflığı’ konularına yoğunlaştı. Bu arada, 2003 yılında Sumate, ‘gölge CIA’ olarak tanınan Ulusal Demokrasi Vakfı’ndan 53 bin dolardan fazla hibe almış, parayı 2004 yılında Chavez’in zaferle ayrıldığı referandumda kullanmıştı. 

Machado daha sonra, sağ liberal çizgide faaliyet yürütecek Vente Venezuela partisini kurdu. Ancak adaylığı, bağlantılı olduğu muhalif grupların ABD ve Avrupa merkezli çeşitli oranizasyonlarla mali ilişkilere girdiği iddiasıyla menedildi.  

Machado, Bolivarcılık ve Chavez’e karşı konumlandırıyor. Kendini ‘liberal’ olarak tanımlıyor, serbest piyasayı, özelleştirmeleri ve yabancı yatırımları savunuyor, ‘uluslararası destek’, ‘devrilmesi gereken diktatörlük’, ‘halkın özgürlüğü’ gibi söylemlerle açık bir şekilde dış müdahale talebinde bulunuyor.   

Machado ayrıca ‘kararlı’ bir İsrail destekçisi. Seçilirse Venezuela’nın Tel Aviv büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyacağını söyledi. ve “Venezuela ve İsrail arasında yakın bir ilişki olacak, bu, İsrail Devleti’ne verdiğimiz desteğin parçası olacak” ifadeleriyle Chavez döneminde kesilen diplomatik ilişkileri tersine çevirmeyi taahhüt ediyor.  

MADURO ‘DİKTATÖRLÜĞÜ’ VE VENEZUELA

Venezuela ile ilgili ne zaman önemli bir gelişme yaşansa, kendini ‘solda’ tanımlayan bazı çevreler ve kişiler de dahil olmak üzere, yaşanan gelişme ne olursa olsun, öncelikle Maduro’nun ne kadar kötü bir lider olduğu öne çıkarılır.  

Kimilerine göre Maduro doğrudan bir diktatörken, meseleye daha ‘soldan’ bakmaya çalışan kimilerine göre ise Maduro Chavez’in mirasını yok eden, yönetmeyi beceremeyen, yolsuzluk yapan bir lider.  

Venezuela, emperyalizmin yoğun saldırısı altında bulunan her ülke gibi, siyasi saflaşmaları ‘bilindik’ tasniflerden uzak, herkesin kartını neredeyse açık oynadığı ve siyasi rekabete askeri darbelerin, istihbarat operasyonlarının ve çatışmaların sıkça eşlik ettiği bir yapıya sahip. Sürekli ‘savaş halinde’ olan bir ülkede, iktidarı sürdürmek için mi, yoksa mücadeleyi güçlendirmek için mi sürekli bir düşman vurgusu yapıldığı her zaman anlaşılamayabilir.  

Hepsinden önce, Venezuela muhalefetine bakalım. ABD yanlısı politikalarını açıkça savunan ‘demokratik muhalefet’ dışında, Maduro yönetimini sert bir şekilde eleştiren yapı, Venezuela Komünist Partisi.  

Komünist parti, hükümetin bazı politikalarının özel sermayeye imtiyazlar tanıdığını, neoliberal bir eğilime sahip olduğunu, dış yatırımcıya piyasa kapılarını açtığını ve bunun sosyalist dönüşümü baltaladığını söylüyor. Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi’nin politikaları nedeniyle kamudaki yolsuzluk ağlarının, bürokratizmin ve kaynakların elitlere akışının emekçi çıkarlarını erozyona uğrattığı, demokratik meşruiyet ve taban örgütlenmesinin tahrip edildiği ve halkın katılımı yerine parti-devlet siyasetinin öne çıktığı da partinin tespitleri arasında.  

Venezuela siyasetinin konusu olan bu tartışmalar arasında, komünistlerin ve Venezuelalı hiçbir ilericinin ABD müdahalesini destekleme, Maduro’nun iktidardan inmesi için ‘ne gerekiyorsa yapılması’, uluslararası yaptırımlar ve benzeri talebi bulunmuyor.  

Özetle, Maduro’ya muhalefet eden Venezuelalı komünistler, ‘ilerici hedeflerin gereğince uygulanmadığı’ görüşünde.  

En önemlisi, çözüm önerileri de bu eleştiri hattından yola çıkarak, rejim değişikliği, renkli devrim, askeri müdahale taleplerinin tamamen dışında şekilleniyor. Ancak, ülkemiz de dahil olmak üzere, Maduro Venezuelası ile ilgili söylemler, Batı medyasının çarpık ‘otoriterlik’ söylemi üzerinden şekilleniyor. İç siyasi yapısı ve dünyanın geri kalanına yönelik egemenlik ihlalleri düşünüldüğünde, dünyanın en otoriter ülkesi olan ABD’nin Venezuela konusunda medya eliyle yerleştirdiği kavram seti, ne yazık ki ülkemiz de dahil olmak üzere dünya genelinde kendini ‘solda’ tanımlayan çok sayıda kişiyi etkiliyor.  

Ancak, hatırlamakta fayda var. Otoriterlik, ABD çıkarlarına karşı adımlar atan iktidarlara gelince öne çıkarılan, ABD dostu diktatörlükler söz konusu olduğunda adı anılmayan bir kavram halini aldı. Aynı şekilde, Avrupa’da aşırı sağın Rus yanlısı kesimlerinin ‘tehlike’ ilan edilmesi, ABD yanlısı neo-Nazi çevrelerin ise yalnızca ‘milliyetçi’ olarak tanımlanması gibi.  

MADURO VE ERDOĞAN AYNI MI?

Aynı şekilde, ne yazık ki ülkemizde Maduro’nun ‘otoriterliğini’ Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘otoriterliği’ ile eşleştiren (iki lider arasındaki ilişkiler de bunu besledi) ve dolayısıyla “Erdoğan’a karşı olan Maduro’ya da karşı olur” ezberi de oldukça popüler. Görünürde Erdoğan da Maduro da ‘muhalifleri’ yasaklayan, otoriter liderler. Ancak bu da eksik bir dünya tahlili ve emperyalizm okumasından kaynaklanıyor.  

Erdoğan Türkiyesi, NATO üyeliği, siyasi ve iktisadi yapısıyla, zaman zaman yaşanan gerilimlere ve rekabete rağmen emperyalizmin düşmanı değil, ortağı konumunda. Pazarlık masasında seslerin bazen yükselmesi, pazarlığın fıtratındandır.  

Venezuela ise, Chavez dönemiyle başlayan ve Maduro döneminde -eleştirilere rağmen- devam eden ABD karşıtı politik tutumu, siyasi ve iktisadi yapısının farklılığı, askeri gücünün doğrudan karşı karşıya oluşuyla emperyalizmin doğrudan düşmanı konumunda. ABD yanlıları dışında, Venezuela’da Maduro muhalifi ilerici kesim göründüğü kadarıyla bu konuda da oldukça net.  

Konu Maduro’ysa, iktidar, ilerici muhalefet, Batı yanlısı sağ muhalefet olmak üzere Venezuela’da siyasi hayat oldukça çetin mücadelelere sahne oluyor ve en önemlisi de bu mücadele yılın 365 günü aralıksız sürüyor. Maduro’nun ‘ne kadar kötü bir diktatör olduğu’ ise büyük medya ajanslarında, yalnızca ABD saldırdığı zaman manşet oluyor. 

Venezuela ve Maduro yönetimine dair ‘otoriterlik’, ‘diktatörlük’ söylemlerinin, ‘ne hikmetse’ ABD’nin Venezuela’ya yönelik saldırganlığının arttığı dönemlerde öne çıkması da ‘tarihin garip bir cilvesi’ değil, oldukça planlı ve çok katmanlı bir operasyonun parçası.  

Bütün bu süreç, Venezuela’nın yukarıda örneklerini verdiğimiz ‘suçlarıyla’ alakalı ve Venezuela hattındaki gelişmeler hiçbir zaman tek boyutlu bir ‘iyi–kötü’ hikayesine indirgenecek kadar basit olmadı.