“Çok şükür sağlığımız yerinde, aç açıkta değiliz, biraz dişimizi sıkarsak ev bile alabiliriz, çocuklar da okula gidebiliyor, en azından emekliliğimizde rahat edeceğiz!” Bu sözleri çevrenizde kaç kişiden duyabiliyorsunuz? Peki, siz kendinizle ilgili olarak bunları söyleyebiliyor musunuz? Yanıtınız hayır ise, hiç bir zaman söyleyememiş miydiniz, yoksa eskiden böyle hissediyordunuz da şimdi bu duygularınızın yerini “endişe” ve “karamsarlık” mı aldı? Öyle ise ne zamandan bu yana?
Yukarıdaki ifadeler biraz farklılıklar içerse de hemen her ülkede ruhsal olarak kendisini “orta sınıfta” hisseden insanların ruh halini tanımlar. Orta sınıf, ekonomik, politik ya da sosyolojik açılardan sınırları ve kapsamı üzerine uzlaşılamayan bir kavram. Gelir, eğitim, toplumsal hiyerarşideki düzey gibi çeşitli değişkenler farklı farklı sınıf kategorileri çizer. Lümpenler, proletarya, küçük burjuvazi ve burjuvazi sınıflandırmasında ise küçük burjuva olarak adlandırılır.
Teorik belirsizlik ve farklılıklardan daha önemli olan ise insanların öznel algıları. İnsanlar öznel olarak kendilerini üç gruba ayırıyorlar: Zengin, yoksul ve orta sınıf! Çok sayıda araştırma hemen her toplumda insanların çok büyük çoğunluğunun kendisini orta sınıf olarak tanımladığını gösteriyor(du). Öyle ki gelir, eğitim, toplumsal statüye göre yoksul olanlarda da, ülkenin ortalama gelirinin çok üstünde gelire sahip olanlarda da bu eğilim yaygın(dı).
Bu öznel konumlandırmanın “ruhsal gereksinimlerle” ilgili olduğu düşünülür. İnsanlar kendilerini içinde yaşadıkları grubun, toplumun, ülkenin ortalaması olarak hissetmeye eğilimliler. Bir grubun ortalamasında-ortasında olmanın sağladığı en temel yarar, “güvende ve iyi durumda olma ve gelecek için endişe duymama” hissidir. Bu hisse eşlik eden ve insanların politik seçimlerini de etkileyen bir diğer önemli öznel algı ise “iyimser umut” hissi. Bu hissin de iki boyutu var; bugüne kadar aldığım kararlara uymaya ve her ne yapıyorsam yaptıklarımı yapmaya devam edersem hem “rahat ederim” hem de çocuklarıma benimkinden daha da iyi bir “gelecek” sağlayabilirim. Babam, belki ev alamadı ama bizim okumamızı sağladı, o sayede ben ev alabildim, benim sağladığım olanaklarla çocuğum yazlık da alabilecek. Hayat zaten nedir ki?
DOĞUŞTAN İYİMSER
Kendisini yoksul olarak “görenlerle” zengin olduğunu “bilenlerin” ruh halleri ise biraz daha “sığ”.
Yoksullar için umut yoktur, iyimserlik hiç yoktur ama zorluklarla başa çıkma, hayatta kalma “becerileri” çok daha yüksektir. Yoksulluklarını bir tür “kader” olarak gördükleri için, koşullar ne kadar ağırlaşırsa ağırlaşsın hayatta kalmanın yolunu bulmaya çalışırlar. Söz konusu olan “hayatta kalmak” olduğunda yasa, kural, gelenek gibi ilkeler bağlayıcılığını yitirir ve hayatta kalmak için ne gerekiyorsa yaparlar!
Zengin olduklarını bilenler için ise, zaten söz konusu ilkeleri kendileri için değil toplumun geri kalanı için bağlayıcı gördüklerinden, ağırlaşan koşulları daha da zenginleşmek için fırsata çevirmenin yollarını ararlar. Onlar doğuştan iyimserdir ve umuda ihtiyaçları yoktur.
En azından 19. yüzyıldan bu yana sınıflı toplumlar ve “demokrasinin” olduğu tarihsel dönemin öznel sınıf algısının bu şekilde olduğunu söyleyebiliriz. Politikacılar, programlarını ve propagandalarını ağırlıklı olarak “imgesel orta sınıf seçmenine” seslenecek şekilde inşa ederler. Trumpgillerin ekonomik ve sosyolojik olarak “orta sınıf ve yoksulardan” oy alabilmesinin “esbabı mucizesi” biraz da bu ruhu tanımaları ve hatta bu karakteri inşa etmelerindendir. Kendisini orta sınıf olarak gören ve Amerikan milletinin bir parçası olduğunu zanneden Meksikalı göçmen, tam da bu yüzden Trump’ın kaçak göçmenleri sınır dışı edeceğim sloganına oy verir. Çünkü “yeni gelecek olanın yaratacağı kargaşa yüzünden kendisinin de başına bir şey gelmesinden korkar!” O yıllar önce gelmiş, çok büyük zorluklar yaşamış ama Amerikan milletine uyum sağlamış ve bir Amerikalı olmuştur çoktan. Şimdi ipten, kazıktan kurtulup gelenler ortalığı karıştıracak ve durduk yerde kendi rahatının kaçmasına neden olabilecektir!
İKİYE AYRILAN YOL
İşte bu öznel orta sınıfın üyelerinin “rahatı kaçınca” önlerinde ikiye ayırılan bir yol belirir. Güvende olma, geçindirecek bir işinin olması ve gelecekte sorun yaşamayacağı hissini yitirmeye başladığında korkuya kapılır. Kendisini yoksul hisseden ve hakikaten de yoksul olanın hayatta kalma becerilerine sahip değildir. İş güvencesinin ortadan kalkması, gelirinin giderini karşılayamaması, sağlık hizmetine erişememesi, çocuğunu okula gönderememesi gibi “zorluklar” karşısında ne yapacağını bilemez. Hele de “vatanına, milletine bağlı, makbul vatandaş” olmak, bırakın karnını doyurmayı, sokaklarda can güvenliğini bile sağlayamaz hale gelirse şafakla doğacak güneş faşizmi de devrimi de aydınlatma olasılığını taşımaya başlar.
İkiye ayrılan yolun bir yanı dehşete varan korkunun etkisi altında “zalim ama kurtaracak olan” büyük lidere itaate koşarak götürür. Diğer yol ise hiç bir zaman üstünde düşünme gereği duymadığı, olup bitenin sorumlusunun ne kendisi ne de “düşmanlar” değil de düzenin kendisi olabilir mi sorusuna yanıt aramaya götürür. Faşizmi orta sınıf meşrulaştırır ama içinden geldiği için değil, faşistlerin bile isteye yarattığı, paramiliter güçleri, çeteleri kullanmaktan çekinmediği “terörize edici şiddet”in etkisiyle. Yine Trump’tan örnek vermek daha uygun olabilir, ikide bir şehirlere asker konuşlandırmasının ve aynı zamanda adli suçların azaltılmasına değil yaygınlaşmasına göz yummasının ardında da bu strateji vardır.
Orta sınıf, faşizme yönelme potansiyeli kadar sola, devrime de yönelme potansiyelini barındırır. Faşistler doğaları gereği hiç bir kurala, yasaya, ahlaki ilkeye bağlılık hissetmez tersine ellerinden geldiğince bu ilkeleri istismar ederler. Ama aynı potansiyeli devrimci pratikle devrimci eyleme dökmek imkansız değildir. Tarihte olduysa yine olur, yeter ki inanalım. Faşizm tarihin her döneminde aynı şablon stratejiyi kullanılır. Devrimcilik ise (adı üstünde) tarihin her döneminde kendi devrimcisini ve devrimci eylemini “yeniden yaratır”. Reçetesi yoktur.