Bilge Su YILDIRIM
“Çoğu kez bir kitap, tehlikeli bir kitapta çiçeklenen zararsız bir tohum gibidir, ya da tam tersine, acı bir tohumun tatlı meyvesidir… Şimdi, kitapların oldukça sık başka kitaplardan söz ettiklerini ya da sanki kendi aralarında konuştuklarını fark ediyordum.”
– Gülün Adı
Akademisyen, yazar ve çevirmen Yelda Gürlek’in, Umberto Eco’nun ölümsüz ustalık eseri Gülün Adı’nı romanın konusunu aldığı Orta Çağ bağlamında titizlikle incelediği kitap “Gülün Adı ve Orta Çağ”, ekim ayında Kafka Kitap tarafından basılarak okuyucuyla buluştu. Gürlek, çalışmasında, aynı zamanda Ankara Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde üzerine doktora yaptığı eseri, “Gülün Adı, sadece bir polisiye roman mıdır, yoksa Eco’nun ortaçağ ve Hıristiyanlık namına tüm bilgi ve birikimini bize sunduğu bir tarihçe mi?” sorusu üzerinden inceliğyor. Gürlek ile Orta Çağı’ı, Gülün Adı’nı, Umberto Eco’yu ve tarihsel roman okurlarının üzerine düşen görevleri konuştuk.
Yelda Gürlek
Neden Gülün Adı? Eco’nun 20. Yüzyıla damgasını vuran bu eser üzerine çalışma kararı almanıza sebep olan unsurlardan biraz söz eder misiniz?
Tamamen tez danışmanı hocamın, doktora çalışmasına başladığım sırada, bana Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı yapıtını incelememi istemesiyle oldu. Doğrusu benim aklımda başka bir yazar vardı ve hocanın bu isteğine karşı gelemedim; sadece “Çok araştırılmış, üzerine pek çok dilde tezler yazılmış Umberto Eco gibi bir yazar ve de Gülün Adı gibi çok konuşulmuş bir roman konusunda ben daha başka ne söyleyebilirim” diyebildim. O da “Söylenmemiş şeyleri söyle, sen araştırmayı seversin,” demişti. Aynı süreçte, Gülün Adı konusunda Umberto Eco ile yapılan söyleşi videolarını izledim ve yazarın ilginç bir söylemiyle karşılaştım. 47 dile çevrilmiş ve dünya çapında 50 milyon adetten fazla satmış Gülün Adı ile aslında “örnek” okuru hedef aldığını ve romanın özellikle anavatanındaki baskı sayısının milyonlara ulaşmasını hayretle karşıladığını, popüler kültürün “kültürsüz” ikliminde yetişmiş kişilere sadece malumatfuruşluk yapma imkanı sağladığını söylüyordu. Bununla beraber okuduğum makaleler ve eleştirmen görüşleri de romanı anlamak ve ondan haz almak için okurun İncil’deki ayetlerden tarihsel olaylara, Ortaçağ tarihinden mimarisine, bilimine, inanç sisteminden bitkiler alemine, felsefesinden feodal düzenine ve ruhban sınıfındaki hiyerarşik düzene, ortaçağdaki tarikatlara ve de onların alt fraksiyonlarına, çekişmelerine varıncaya kadar Ortaçağa dair ciddi bir bilgi birikimine sahip olması gerektiğini savunuyordu. Haklı olduğunu sonradan anladım. Nitekim, romanın ilk cümlesi olan, “In principio erat verbum et verbum erat apud deum et deus erat verbum-Başlangıçta söz vardı ve söz, Tanrı katındaydı ve Söz, Tanrı’ydı” sözlerini okuduğum anda beni neyin beklediğini, metni çözümlemenin Eski ve Yeni Ahit’ten geçeceğini anladım.
Eserinizde Umberto Eco’nun Gülün Adı’nda bir ‘örnek okur’ profili hedefleyerek yazdığından bahsediyorsunuz. Eco’nun aradığı ‘örnek okur’un ne olduğundan biraz bahseder misiniz? Okuyucu, tarihsel bir roman olan Gülün Adı’nı okurken, deyim yerindeyse, dersine nasıl çalışmalı?
Umberto Eco’nun Genç Bir Romancının İtirafları adlı kurgu dışı yapıtında söylediği gibi Gülün Adı, içerdiği tarihsel ve dinsel unsurlar gereği anlaşılması pek de kolay olmayan bir metindir ve okurundan araştırma yapmasını, yazarın bıraktığı boşlukları doldurması ya da “Kitaplar birbirleri ile konuşurlar” diyen yazarın gizli mesajlarını çözebilen, göndermelerine tepkisiz kalamayan bir “örnek okur” gibi davranmasını beklemektedir. Bu bağlamda, “Örnek okur kimliği, yazara göre, ‘sözde’ entelektüel kesimi, bilgi derinliğine sahip okurlardan ayrıştıracak yegâne ölçüttür ve “Gülün Adı da yüksek nitelikli bir dille konuşan entelektüellere yönelik bir anlatıdır” demektedir. Nitekim, bu tez çalışmasının yegane amacı da çok anlamlı ve çok katmanlı Gülün Adı’nda geçen dinsel temalara ve tarihsel olaylara ışık tutarak romanı daha anlaşılır kılmaktır. Romanı ilk kez okuyacak ya da okumuş ama anlamadığı için baştan okumaya niyetlenen bir okurun artık dersine çalışmasına gerek yok, çünkü ben üç sene boyunca Gülün Adı’nı Umberto Eco’nun istediği “örnek okur/öğrenci” bilinciyle çalıştım ve bu çalışmamı bir edebiyat incelemesi olarak meraklı okura sundum. Umarım Gülün Adı, artık her okur için daha anlaşılır olur ve ona bir örnek okur kimliği kazandırır.
Tezinizin bir bölümünde Eco’yu Gülün Adı’nı yazmaya götüren postmodern süreci inceliyorsunuz. Postmodern dönemden ortaçağa mercek tutan ve tarihsel gerçeklikten kopmadan Ortaçağ’ı postmodern unsurlarla yeniden yazan Eco’nun eserini bir akademisyen olarak incelemek, geçmişe bugünden bakmak size nasıl hissettirdi? Hele ki dinci karanlığın, aşırı sağcılıkla birlikte yeniden güç topladığı şu günlerde…
Gerek tarihsel gerek dinsel gerekse toplumsal olgular bağlamında Ortaçağ’ı okumak, bir anlamda geçmişi anlamak elbette bugüne ışık tutacaktır. Eco’nun 80’li yılların başında İtalyan Devlet Televizyonu RAI1’da yaptığı bir söyleşide “Bugün İtalya’da yaşadığımız birçok sorunun kökleri o döneme uzanır. Bu, aynı oldukları anlamına gelmez; fakat derinde ortak kökene ait olduklarını işaret eder,” biçiminde bir vurgu yapar. Bugün yaşanan birtakım aksaklıkların, kötülüklerin ya da erdemlerin yükselişe ya da çöküşe geçtiği kriz dönemlerinde geçmişe yönelmek, Umberto Eco’ya göre Ortaçağ’da geçen bir roman yazmak bugünün gerçeklerinden kaçmak için değil, tam tersine bu olayların kökeninde yatan gerçekleri derinden anlamak ve geçmişin algısına sahip olarak geleceği öngörebilmek içindir. Umberto Eco bir Ortaçağ uzmanı ve ortaçağ felsefesi alanında uzman bir akademisyen, araştırmacı-yazar ve en önemlisi de semiyoloji uzmanıdır. Sembolleri çözümlemek, simgelerin diliyle konuşmak ve anlatmak, her konuda bilgisi olan Eco gibi biri için oyun oynamaktan farksızdır. Gülün Adı’nda yaşadığı dönemden çok daha iyi tanıdığını söylediği Ortaçağ olaylarını ve bugünkü Avrupa’yı şekillendiren Katolik Kilisesinin düşünce dünyasını Postmodern bakış açısıyla bir kurmaca üzerinden okura aktarır. Ortaçağdan bugün geldiğimiz noktada, düşüncem o ki olaylar her zaman doğal seyrinden çıkabilir, yörüngesini kaybedebilir, görüş farklılıklarına ve neticesinde çekişmelere hatta bir kaosa yol açabilir. Ancak her şey gibi düzensiz salınımın da bir süresi, bir sonu olacaktır; tıpkı Foucault sarkacı gibi pandül er ya da geç takıldığı yerden eski rotasına geri dönecek, kendi ritminde, doğru bir salınımla doğru bildiği yönde hareketine devam edecektir.
Eco’nun “Kurmaca metinler, bizim yaşadığımız dünyadan tamamen farklı bir dünyayı kullanmazlar” yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Eco’nun tarihte yaşanmış olayları kurmacanın anlatı gücüyle ustalıkla harmanlayarak ortaya Gülün Adı’nı çıkardığını düşündüğümüzde, sizce gerçeklik nerede bitiyor, kurmaca nerede başlıyor? Bir ‘ufuk çizgisi’nden bahsedebilmek sizce mümkün mü?
Bana göre, keskin bir ufuk çizgisinden söz edemeyiz. Öyle ki değerlerin ve hakikatlerin değişime uğradığı, krize girdiği, birçok şeyin anlamını yitirdiği dönemlerde, daima tarihsel bir dönüşe eğilim olur; bu bir kaçış için değil, belirli kötülüklerin ya da erdemlerin kökenleri üzerine düşünmek içindir. Yani, bugün yaşadığımız birçok sorunun kökleri o döneme uzanır. Bu, aynı oldukları anlamına gelmez fakat sorunların çok derinde yatan aynı köklerini işaret eder. Önemli olan tarihi okuyabilmektir. Geçmişe dönmek bir anlamda anemnez gibidir, tıpkı bir doktorun hastasına çocukken hangi hastalıkları geçirdiğini sorması gibi, sorunların kaynağını anlamaya çalışmaktır. Bir başka deyişle Gülün Adı, aslında bugünün bir hikâyesidir ve Ortaçağ’da geçen oradan bugünün sinema perdesine yansıtılan bir anlatıdır. Geçmişe dönüp bakarken, kendi çağımızı düşünmeden edemeyiz. Geçmiş, bugün olduğu gibi sorunlarla, olaylarla, farklı düşüncelerle dolu devasa bir kazandır. Tarihi yazan da onu romanlaştıran da içinden seçmek zorundadır ve seçimi elbette kendi ilgi alanları, çıkarları doğrultusunda olacaktır. Benedetto Croce’nin dediği gibi, Bir tarih varsa o daima çağdaş tarihtir.
Eco’nun Ortaçağa yakıştırılan ‘Karanlık Çağlar’ yakıştırmasına karşı çıktığını biliyoruz. Siz de tezinizde bu bağlamda ‘Karanlık çağlarda ışığa duyulan ilgi’ imgesinin peşinden gidiyorsunuz. Ortaçağ-Hristiyanlık felsefesi ve dini birer imge olarak ışık-karanlık zıtlığını nasıl değerlendiriyorsunuz? Gülün Adı’nda bu temsil nasıl işleniyor?
Ortaçağ düşüncesinde “ışık” ve “karanlık” yalnız fiziksel karşıtlıklar değildir; Tanrı’nın bilgeliğiyle cehalet, hakikatle sapkınlık, ilahi aydınlanmayla dünyevi karanlık arasındaki sembolik sınırları temsil eder. Aziz Augustinus’tan Aquinas’a kadar birçok Hristiyan filozof için ışık, Tanrı’nın akılla kavranabilir düzeninin simgesidir. Karanlık ise hem insanın sınırlı aklını hem de günahın gölgesini anlatır. 476’da Batı Roma’nın çöküşünden 1000’yılına kadar olan süreçte skolastik düşüncenin hakim olduğu, Kilisenin toplumu baskıladığı, papanın tanrısal gücüne karşı gelebilecek her türlü düşüncenin, hatta oturup düşünmenin bile suç sayıldığı, Papalık ve İmparatorluk gibi iki yönetici sınıfının, dini zenginleşme aracı olarak gören papalar ile kilisenin gücünden yararlanmaya çalışan imparatorlar arasındaki erk kavgalarının da tarihte ilk kez başladığı zamandır Ortaçağ. Bu nedenle “karanlık Ortaçağ” tanımına bugün kimsenin karşı çıkabileceğini sanmıyorum. Işığa duyulan açlığa en güzel örnek, manastırların ve kiliselerin vitray desenli pencereleridir. Zaman bağlamında kurmacanın da geçtiği yani bin yılından sonraki Ortaçağ — genel olarak Batı uygarlıkları için ama özellikle de İtalya için,— kapitalizmin, komünal medeniyetin doğduğu dönemdir; dolayısıyla demokratik nitelikte bir medeniyetin başlangıcına tanıklık eder. Işığa kavuşması pusuladan dümene, gözlüğe, fermuara kadar küçük büyük her türlü buluşlar, “endüstriyel devrimler”, ilk üniversitenin kurulması (Bologna Üniversitesi- Alma mater studiorum 1088) ile tarif edilebilir. Ne var ki bu süreçte de büyük toplumsal çatışmalar, papalık çekişmeleri, hizip kavgaları hâlâ yaşanmaktaydı.
Eco ışıkla karanlık arasındaki bu kadim karşıtlığı Gülün Adı’nda tersyüz ederek ele alır. Roman boyunca manastır, bilgiye ulaşmanın hem aydınlık hem karanlık yönlerini barındırır: Labirent kütüphanenin karanlığı, bilginin gizliliğini ve yasaklanmasını simgeler; buna karşılık Guglielmo’nun akıl yoluyla hakikati arayışı, Augustinus’un “iç ışık” kavramının modern bir yansımasını hatırlatır. Bununla beraber Eco, ışığın her zaman da kurtarıcı olmadığını, bir yangın sahnesiyle “ışık” ı yıkımın ve sonunun sembolü olarak kullanır. Romanda ölüme yol açan bilginin gün yüzüne çıkması alevlerin ışığında sonsuza dek karanlığa gömülür.
Eco’nun bir söyleşisinde “Şimdiki zamanı yalnızca televizyon ekranı aracılığıyla biliyorum, oysa ortaçağın doğrudan bilgisine sahibim” dediğinden bahsediyorsunuz. Okur, Eco’nun bu sözünü nasıl yorumlamalı? Sizce yazar ne demek istiyor?
Umberto Eco’nun “Şimdiki zamanı yalnızca televizyon ekranı aracılığıyla biliyorum, oysa Ortaçağın doğrudan bilgisine sahibim” ifadesi, modern bilginin yüzeyselliğine karşı tarihsel bilginin derinliğini vurgulayan ironik bir gözlemdir. Eco burada, çağdaş dünyanın medya aracılığıyla inşa edilen bir simülasyon hâline geldiğini, dolayısıyla “şimdi”ye dair deneyimin aracısız bir gerçeklikten yoksun olduğunu ima eder. Buna karşın, Ortaçağ’a dair bilgisi -metinlere, belgelerle kurduğu ilişkiye ve onu zihinsel düzlemde yeniden inşaya dayandığı için- daha sahici, daha dolaysızdır. Bu düşünce, Gülün Adı’nın temelinde yer alan tarihsel temsile de ışık tutar: roman, geçmişi yalnızca yeniden üretmez, aynı zamanda çağdaş dünyanın hakikat algısını sorgular. Eco’nun tarihsel kurgu aracılığıyla yaptığı şey, Baudrillard’ın “simülakr” kavramını anımsatan, modernliğin görsel ve enformasyon fazlalığı içinde kaybolan anlam arayışı gibidir. Ortaçağ bilgisi yazar için sadece nostaljik bir sığınak değil, bugünün epistemolojik kırılmalarını çözümlemenin bir aracı konumundadır.