Okyanusun ortasında eşsiz bir ada grubu: Azorlar

Alaz Sümer – Yazar

Brüksel Charleroi Havalimanı’nda bir sabah. Şehirden saatlerce uzakta, kuş uçmaz kervan geçmez bir yere kurulmuş olan bu küçük havalimanından gidilebilecek en uzak yere gidiyorum. Geçen sene yaptığım Madeira seyahatim, Portekiz’e bağlı olan tüm adaları gezmek istemek için yeterli bir motivasyon olmuştu bana. İspanya’ya bağlı olanlardan farklı olarak buralarda ilk bakışta fark edilen bir turist kalabalığı yok. Plajları ile ön plana çıkmadıklarından olsa gerek, Portekiz adalarında tesisleşme daha az, doğa daha el değmemiş. Ana karaya yakın olan ve daha fazla insanın erişebileceği Madeira’da durum böyleyse, Atlas Okyanusu’nun ortasındaki Azorlar Özerk Bölgesi’nde kim bilir nasıldır diye düşünerek uçağa biniyorum. 

Uçuşta, ne olur ne olmaz diye indirdiğim çevrimdışı haritaya bakıyorum. Azorlar’ın çevresinde insan yerleşimine dair hiçbir şey yok! Yalnızca okyanus. Avrupa anakarasına, Lizbon’a 1500 kilometre uzaklıkta. Buradan Portekiz’e iki buçuk, Amerika Birleşik Devletleri’nin Boston şehrine ise 4 saatte uçulabiliyor. Azorlar, 9 volkanik adadan oluşuyor. Bu adalar da batı, merkez ve doğu olmak üzere üç gruba ayrılıyor.  

Burası uzun yıllar Avrupa’dan Amerika’ya giden yorgun denizcilerin soluklandığı bir yer olmuş. Portekizliler adaya ulaşana kadar, ispatlanabilmiş olan herhangi bir insan yerleşimi de yokmuş. 15. Yüzyıldan beri Portekiz’e bağlı olan Azorlar, 1976 Anayasası ile özerk bir statüye kavuşmuş. Adalar, ekoturizm açısından dünyanın en özel yerlerinden biri. Volkan yürüyüşü,  balina gözlemi ve dalış turizmi açısından bulunmaz bir coğrafya burası. Ayrıca Avrupa’da çay bitkisinin yetiştiği tek yer olarak kabul ediliyor. Azorlar’ın çeşit çeşit peynirlerinin dünyaca ünlü olması, şaraplarının dillere destan lezzeti ve dünyanın en tatlı ananasının burada yetiştiğinin iddia edilmesi de midesine düşkün olanlar için elbette ayrı bir cazibe unsuru. 

Bu, okyanusun ortasında unutulmuş adalar grubunun dünyaya açılan kapısı, Baş Ada Sao Miguel’in havalimanı. Diğer havalimanlarına uluslararası uçuş yok. Adalar arasındaki ulaşım da ya feribotlarla ya da pırpır uçaklarla sağlanıyor. 

Sao Miguel’in nüfusu 140 bin. İniş yapar yapmaz tanıştığım bir emekli, genç nüfusun ana karaya göçtüğünü ve nüfusun düşüşe geçtiğini söylüyor. Her yere uzak olduğu için adada üretilenler dışında her şey pahalıymış. Maaşlar da Portekiz seviyesinde olunca Genç Azorlular yaşamlarını Portekiz’de veya başka Avrupa ülkelerinde devam ettirmeyi tercih ediyorlarmış.  

Büyük olarak kabul edilebilecek Sao Miguel’i güzelce gezmek için en az üç güne ihtiyaç duyuluyor. Adanın merkezine, doğusuna ve batısına en az birer gün ayırmak şart.  

Şehir merkezi, küçük bir kasabayı andırıyor. Hatta Avrupa’nın küçük yerleşimlerinde bile rahatlıkla görebileceğiniz küresel markalar burada yok. Giyim mağazaları, marketler, kafeler genellikle Azorlulara ait. Portekiz mimarisinin gezginlere sunduğu; ortasında kamelyaların bulunduğu geniş botanik bahçeleri ve yeşil-gri volkanik taşlarla süslü olan büyük beyaz binalar yine göze çarpıyor. Adanın en eski futbol klübü olan Uniao Micaelense’nin lokaline oturuyorum. Kimse İngilizce bilmiyor ama bir şekilde anlaşıyoruz. Azorlar’ın birası “Especial”in yanında tam yağlı beyaz peynir, salça ve ekmek geliyor. Çok geçmeden mekandaki hemen herkesin bunları yiyip içtiğini görüyorum. Popüler bir cadde burası. Karşılıklı peynir dükkanları var. Şarküteriler, Azorlar’ın bazlamayı andıran yumuşak ekmeği “bolo” ile peynirli sandviç yaparak bunları satıyorlar. Her adanın peyniri ayrı. Peynirlerin neden bu kadar güzel olduğunu, Azorlar’ın doğasının benzersizliğini görünce daha iyi anlıyorsunuz. 

Ertesi gün adanın batı kısmını gezmeye başlıyorum. Burada yerleşim yeri istisna. Genel olarak yeşilin ve ineklerin egemenliği var. Saatlerce insan görmeden araba kullanabiliyorsunuz. Çay tarlaları, çayırlar, kilometrelerce uzanıyor. Bunu bölen köyler genelde on beş-yirmi kişinin yaşadığı, beş altı evden ibaret. Sete Cidades Milli Parkı’na ulaşıyoruz. Milli parkta yan yana iki göl var. Suyun rengi birinde mavi, diğerindeyse yeşil. Göller de çok güzel elbette ama ben gölleri çevreleyen yeşil tonlarını izliyorum. Yeşilin bu kadar tonunu görmemiştim hayatımda.  

Ertesi gün balina gözleminde baş rolde Sowerby gagalı balinaları var. Bizi yol boyunca takip ediyorlar. Turun başladığı kasaba olan Vila Franca do Campo’nun geleneksel tatlısı Queijada’yı deneme imkanı buluyorum. Bu pudra şekerli, yumuşak kıvamlı peynir tatlısı o kadar lezzetli ki Portekiz mutfağının en popüler tatlılarından biri olan “nata”nın tahtını sallayabilir.  

Adanın batısı, doğusunu aratmayacak bir güzellikte. Göllerin yerini şimdi şelaleler ve termal havuzlar alıyor. Ada havası serin. Tropikal ormanların ortasında bir termal havuzda ısınmak, insana iyi geliyor. Azorlar’daki volkanizmanın tek hediyesi doğa değil. Bu durum, ada mutfağına da yansımış. Cozido adı verilen yemek, volkan buharında saatlerce pişiyor. İçinde et, lahana, havuç, patates, pancar ve pirinç var. Bu da Portekiz mutfağındaki favori yemeğim olan Francesinha’dan bile daha çok beğendiğim bir yemek oluyor.  

Adaya veda vakti. Fakat Azorlar’a değil. Ada grubunun Amerika kıtasına en yakın olan adası Flores’e uçuyorum. Yaklaşık bir saat sürüyor uçuş. Diğer adaların doğal güzelliklerini ve aktif volkanları kuşbakışı olarak görmek, çok güzel bir deneyim.  

Flores, küçük bir ada. Burada toplam 3 bin kişi yaşıyor. Kalacağım yer, küçük bir kasaba. Akşam saatlerinde davul çalarak gezen yerliler, sizi kiliseye çağırıyorlar. Haziran ayının, ada halkı için önemli olduğunu öğreniyorum. Kilisede toplanan insanlar saatlerce ilahi söylüyor ve şarap içiyor. Kilise çıkışındaysa ilk defa duyduğum Portekizce pop şarkılarıyla dans ediyorlar. 

Bu kasabadan okyanusa baktığınızda karşılaşabileceğiniz ilk kara parçası, Amerika kıtası. Bu manzaraya bakan, derme çatma bir lokantaya oturuyorum. Günde tek yemek çıkardıklarını öğreniyorum. Şarap soslu, püreli ördek yerken mekanın işletmecisi, dev hoparlörler çıkarıyor dışarı. İçerde küçük bir plak koleksiyonunun olduğunu öğreniyorum. Çalan ilk şarkının Elijah Fox’tan İstanbul olması da güzel bir tesadüf oluyor.  

Adayı keşfetmek çok zaman almıyor. Bir tam gün, gezilecek her yeri keşfetmek için yeterli.  Poço da Ribeira do Ferreiro, kırk beş dakikalık bir yürüyüş yoluyla ulaşılabilecek, şelaleleri sayarken yorulduğunuz bir milli park. Gören herkeste hayranlık uyandırıyor. Ada, volkanizma ile oluşmuş berrak okyanus havuzlarıyla dolu. Üstelik sudan çıkar çıkmaz da biranız ve salçalı peyniriniz yine hazır. Biramı içerken, ilk gün havalimanında tanıştığım emeklinin sözlerini hatırlıyorum; “burayı terk etmek zor, burada yaşamak ise daha da zor”. Günün birinde buralara taşınma hayali kuran biri olarak alımgücü ile coğrafi güzelliğin bu ters orantısı, üzüntüyle karışık bir farkındalık yaratıyor bende. Plajdan yedi dakikalık bir yürüyüşle, dönüş için Flores Havalimanı’na ulaşıyorum. 

Azorlar; okyanusun tam ortasında unutulmuş, özgün bir kültüre, yemeklere, sakin bir yaşam tarzına ve olağanüstü bir doğaya sahip bir ada grubu olarak keşfedilmeyi sonuna kadar hak ediyor.  

Brüksel’e geri dönüş uçuşunu, bir dahaki sefere Azorlar’ın hangi adalarına giderim diye düşünerek ve yanıma yeteri kadar peynir almadığıma pişman olarak geçiriyorum.