Ayşe Alan – Eğitimci, Yazar
Türkiye’de her yeni eğitim-öğretim yılı, bazı çocuklar için bir başlangıç değil, mezar taşlarına yeni isimlerin eklendiği bir takvim olarak işliyor. İSİG Meclisi raporlarına göre, geçtiğimiz eğitim-öğretim yılında en az 72 çocuk işçi hayatını kaybetti. Bu sayı, bir önceki döneme göre yüzde on artmış durumda. Yalnızca 2025 yılında en az 79 çocuk işçi ölümü kaydedildi. Bu satırları yazarken Urfa’da bir inşaat göçüğünün altında kalan 15 ve 16 yaşındaki iki çocuk işçi daha yaşamını yitirdi ve sayı 81’e yükseldi. Yaralanmaların sayısının bundan kat kat fazla olduğunu tahmin etmek zor değil.
Tarımdan inşaata, sanayiden hizmet sektörüne uzanan geniş bir çalışma alanında hayatını kaybeden bu çocukların hikâyeleri, sınıfsal gerçekliğin en çıplak hâli. Tarlada, fabrikada, servis aracında, inşaat iskelesinde ölen, yaralanan ya da sakat kalan çocuklar yoksulluğun ve politik tercihlerle işletilen sömürü düzeninin bedelini en ağır biçimde ödüyor.
***
Yoksulluğun yükünü taşıyan, eğitimden koparılarak işyerlerinde görünmez hâle getirilen bu çocukların ölümleri, bir ihmaller zincirinin değil, bir tercihin sonucu. Yoksulluğun, piyasalaşmış eğitimin ve denetimsiz çalışma rejiminin oluşturduğu çember, her yıl çocuklarımızın yaşamına mal oluyor. Bu çemberin önemli bir ayağını ise mesleki eğitim kılıfına sokulmuş çocuk emeği sömürüsünün önünü açan MESEM’ler oluşturuyor. Eski adı Çıraklık Eğitim Merkezleri olan bu kurumlar, öğrencilere hem lise diploması hem ustalık belgesi veriyor. Kâğıt üzerinde okullaşma oranı artıyormuş gibi görünse de, gerçekte bu çocuklar öğrenci değil, işgücü piyasasının en kırılgan ve savunmasız üyeleri. Haftada bir gün okula gidip kalan dört (bazen beş) günü işyerlerinde geçiriyorlar.
Bu çocukların çalışma koşulları iç açıcı olmaktan çok uzak. Sadece geçen yıl MESEM kapsamında çalışan en az 15 çocuk hayatını kaybetti. En son geçen hafta, MESEM 11. sınıf öğrencisi Alperen’in işyerinde asansör boşluğuna düşerek yaşamını yitirdiğini öğrendik. 2013’ten bugüne en az 770 çocuk işçi öldü. Son üç buçuk yılda ise 194 çocuk çalıştığı işyerlerinde hayatını kaybetti. Bu ölümler “iş kazası” da değil, kader de. Servis kazalarında, yüksekten düşmelerde, göçük altında kalarak, elektrik çarpmalarıyla, tarımda traktör römorklarında, sanayide makinelere sıkışarak ölen bu çocuklar, iktidarın çocuklara reva gördüğü hayatın en acı göstergesi. Her biri birer sayıdan, birer aparattan ibaret görülüyor. MÜSİAD Başkanı’nın “ucuz işgücüne acil ihtiyaç var” minvalindeki açıklamalarıyla, Milli Eğitim Bakanı’nın liseyi kısaltma projesine verdiği desteğin aynı döneme denk düşmesi tesadüf değil.
***
Eğitim piyasalaştı. Sosyal devlet mekanizmaları hızla zayıflatılıyor. Denetim süreçleri, sermayeyi incitmemek için alabildiğine gevşetiliyor. Çocuk işçiliği fiilen teşvik edilirken, eğitim sistemi içine alınmış gibi gösterilerek normalleştiriliyor. Yoksullukla mücadele etmek yerine, yoksulluk içindeki çocuk emeği “ekonomiye uyum” söylemiyle meşrulaştırılıyor. Oysa devletin görevi çocukları korumak, onları çalışmaya mecbur eden yoksulluğu gidermek ve güvenli, eşitlikçi, sağlıklı bir eğitim sunmaktır.
Türkiye’de saldırgan bir kapitalist düzen hüküm sürüyor. İşçi hakları her açıdan ayaklar altına alınmış, sendikal haklar kısıtlanmış, denetimsizlik norm hâline gelmiş durumda. Güvencesiz ve sağlıksız çalışma ortamları yaralanma, organ kaybı ve ölüm riskini artırıyor. Bu koşullarda çocuklarımızın ne bugünü ne de “meslek öğrenerek” kurabilecekleri yarınları için bir refah ihtimali kalmış durumda.
***
Küçük bir azınlığın çocukları özel okullarda, yurt dışındaki üniversitelerde okurken, yoksul çocuklara dayatılan bu politika “meslek seçme özgürlüğü” ambalajıyla pazarlanıyor. Son düzenlemelerle mesleki eğitim neredeyse sessiz sedasız ortaokul kademesine indirildi.
“Biz ara eleman ülkesiyiz, bizden bilim insanı çıkmaz” diyen bir çalışma bakanı; eğitimin kaç yıl olacağını belirleyebilen bir iş insanları örgütü başkanı; MESEM’e “milli sorumluluk” diyen bir eğitim bakanı ve benzer düşünce eylemlere imza atmış yüzlerce bürokrat çocuklarımızın bugününe ve yarınına yön veriyor. Türkiye’yi yönetenlerin yıllardır sermayeyi yanına, çocuğu karşısına aldığı düşünüldüğünde, zorunlu eğitim süresinin kısaltılması tartışmalarının ardında çocukları işgücüne daha erken yaşta entegre etme isteğinin yattığı açıktır.
Bir ülke çocuklarını koruyamıyor, çocuk emeğini bir istihdam modeli olarak sürdürüyor, ölümlere göz yumuyor ve yoksulluğu yönetilebilir bir sorun—hatta bir yönetim aracı—gibi ele alıyorsa, o ülke çocuklarını gözden çıkarmış demektir. Bugün Türkiye tam da böyle bir ülke olarak duruyor karşımızda. Yoksul çocuklara açlık sınırında bir yaşamı, giderek vasatlaştırılan bir eğitim ortamını ve mezar taşlarını reva gören; çocuk bedenleri üzerinden kâr üretmeyi olağanlaştıran bir ülke. İşte bu, damgasını vurduğunu sandığı yüzyılın Türkiyesi.