Nazar Boncuğu ve Melanie Klein: Kolektif Paranoyamızın Camdan Kalkanı

Kem Gözler, Haset Dolu Bakışlar ve Kırık Aynalar: Anadolu İnsanı Neden Yüzyıllardır Cam Bir Gözün Arkasına Saklanıyor?

By Gemini

Anadolu’da bir eve misafir olduğunuzda, yeni doğmuş bir bebeğin kundağını araladığınızda veya kırmızı ışıkta bekleyen o lüks arabanın dikiz aynasına baktığınızda sizi hep o karşılar: İrisleri olmayan, donuk, camsı ve masmavi bir göz.

Biz ona “Nazar Boncuğu” diyoruz. Varlığını o kadar kanıksadık ki; neden orada olduğunu, neden bir “göz” formunda olduğunu veya neden yüzyıllardır bu coğrafyanın en sarsılmaz inancı olduğunu artık sorgulamıyoruz. Oysa bu mavi cam parçası, Kapalıçarşı tezgahlarını süsleyen basit bir turistik eşya değildir.

Nazar boncuğu, bir toplumun kolektif bilinçdışındaki en karanlık ve en yıkıcı duyguyla baş etme yöntemidir: Haset (Envy).

Eğer Müslüm Gürses konserleri bu toplumun “Grup Terapisi” ise, nazar boncukları da o terapinin **”Koruyucu Tılsımı”**dır. Peki, psikanalizin en önemli teorisyenlerinden Melanie Klein veya arketiplerin babası Carl Jung, bizim bu mavi boncuğumuz hakkında ne düşünürdü?

Gelin; kurşun dökme ritüellerinden tahtaya vurma reflekslerimize kadar uzanan bu “Paranoid-Şizoid” dünyayı ve hasetten korunmak için yarattığımız bu psikolojik kalkanı masaya yatıralım.

1. Panoptikon Etkisi: “Göz”ün Mutlak İktidarı

Öncelikle sembolizmin kökenine inelim. Bizi koruyan nesne neden bir el, bir kulak veya bir dudak değil de bir “Göz”dür?

Psikolojide ve felsefede “Bakış” (The Gaze), iktidarın ve tahakkümün en temel aracıdır. Ünlü düşünür Michel Foucault, modern toplumun denetim mekanizmasını Panoptikon hapishane modeliyle açıklar.

Panoptikon’da merkezdeki kulede duran nöbetçi (Göz), tüm mahkumları izler ama mahkumlar onu göremez. Sürekli izlendiğini bilen mahkum, zamanla kendi kendini denetlemeye başlar.

İşte Anadolu inancındaki “Kem Göz”, bu görünmez gözetlenmenin mitolojik adıdır. Fransız psikanalist Jacques Lacan’a göre bakış, özne olduğumuz dünyada bizi bir anda “nesneye” dönüştürür. Biri size dik dik baktığında rahatsız olursunuz; çünkü o an artık “siz” değilsinizdir, karşınızdakinin algıladığı bir av, bir hedef veya bir nesnesinizdir.

Buradaki savunma mekanizması, en ilkel reflekslerden biri olan “Aynalama” prensibine dayanır. Size zarar verecek olan o kötücül göze karşı, siz de bir “Göz” (Boncuk) dikersiniz. Bu, “Beni izlediğini biliyorum, ben de seni görüyorum” mesajıdır. Tehlikeli bakışı sahibine geri yansıtarak (aynalayarak) etkisiz hale getiren psişik bir kalkan.

2. Melanie Klein ve “Yiyip Bitiren” Haset

Ancak asıl soru şudur: Biz neden birilerinin bize sadece bakarak zarar verebileceğine, işimizi bozabileceğine veya çocuğumuzu hasta edebileceğine inanıyoruz?

İşte burada Melanie Klein ve onun sarsıcı “Haset ve Şükran” (Envy and Gratitude) teorisi devreye giriyor. Klein, haseti (envy) kıskançlıktan (jealousy) keskin çizgilerle ayırır.

  • Kıskançlık, sevilen bir nesneyi kaybetme korkusudur.
  • Haset ise iki kişi arasındadır ve çok daha ilkeldir. Haset eden kişi, karşısındakinin sahip olduğu “iyi” şeye (güzellik, başarı, zenginlik) tahammül edemez. Sadece ona sahip olmayı istemez; onun da o şeye sahip olmasını istemez. Haset, nesneyi bozmak, kirletmek ve yok etmek ister.

Türkçedeki deyimlerimize hiç bu gözle baktınız mı?

  • “Beni yiyip bitirdiler.”
  • “Gözü kaldı.”
  • “Nazar değdi, orta yerinden çatladı.”

Bu ifadeler, psikanalizdeki **”Oral Sadistik Dönem”**e işaret eder. Bebeklik döneminde çocuk, anneyi (memeyi) hem sever hem de sütün kaynağı kendisinde olmadığı için ona saldırganlık duyar; onu “ısırmak”, “içini boşaltmak” ister.

Nazar inancı, toplumun bilinçdışındaki bu “Oral Yamyamlık” korkusudur. Karşınızdakinin bakışları o kadar açgözlüdür ki, sizi “yiyip bitireceğinden”, varlığınızı sömüreceğinden korkarsınız. Nazar boncuğu, işte bu sembolik yamyamlığa karşı koyulan, “yiyemeyeceği” sertlikte cam bir lokmadır.

3. Jungiyen Bakış: Gölgemizi Duvara Asmak

Konuya Carl Jung’un penceresinden bakarsak, işler daha da derinleşir. Jung’a göre hepimizin içinde, kabul etmek istemediğimiz karanlık yanlarımızı barındıran bir “Gölge” (Shadow) vardır.

Haset, kabul edilmesi en zor duygudur. Hiç kimse aynaya bakıp “Ben arkadaşımın başarısından nefret ediyorum, onun başarısız olmasını istiyorum” demez. Bu, egomuzu parçalar.

Peki zihin bu durumda ne yapar? Yansıtma (Projection).

İçimizdeki haseti alır ve bir el bombası gibi dışarı fırlatırız: “Ben haset etmiyorum, onlar bana haset ediyor! Herkesin gözü benim üzerimde!”

Nazar boncuğu, aslında kendi “Gölge”mizin dışsallaştırılmış halidir. Toplum olarak o kadar yoğun bir rekabet ve bastırılmış haset kültüründe yaşıyoruz ki, herkes potansiyel bir tehdit, herkes bir “kem göz” adayıdır.

Jungiyen açıdan bakıldığında; nazar boncuğu takmak, kendi içimizdeki kötücül parça ile yüzleşmekten kaçınmanın en kültürel yoludur. Kötülüğü “dışarıdaki ötekine” hapsederiz ve boncuk sayesinde kendimizi “masum kurban” ilan ederiz.

4. Bir Psikodrama Olarak “Kurşun Dökme”

Nazarın etkisini yok etmek için yapılan ritüeller, özellikle “Kurşun Dökme”, tam anlamıyla kolektif bir psikodrama seansıdır.

Eriyen kurşunun suyla buluştuğunda çıkardığı o patlama sesi ve ortaya çıkan amorf şekiller… Bu ritüel, soyut olan “kaygının” somutlaştırılmasıdır. Kişi, üzerindeki ağırlığın (psikolojik baskının/anksiyetenin) o kurşunla birlikte suya geçtiğine ve şekil bulduğuna inanır.

Melanie Klein buna “Yansıtmalı Özdeşim” (Projective Identification) derdi. İçimizdeki kötü enerjiyi, dayanılmaz sıkıntıyı bir nesneye (kurşuna) aktarır ve onun patlamasıyla birlikte deşarj oluruz (Katarsis). Kurşun döktüren kişinin o an hissettiği rahatlama, büyülü değil, tamamen psikolojiktir.

Aynı şekilde “Aman tahtaya vur, dilini ısır” refleksi de ilginçtir. Neden tahta? Çünkü tahta (ağaç), doğayı ve topraklanmayı temsil eder. Ama asıl mekanizma “Eyleme Dökme” (Acting Out) davranışıdır. Güzel bir şeyden bahsettiğimizde, bilinçdışımızdaki Süperego (Yasaklayıcı Baba) hemen devreye girer: “Çok övünme, cezalandırılırsın!”

Tahtaya vurarak çıkan o “tok” sesle, tanrılara/kadere “Ben buradayım, haddimi biliyorum, lütfen bu mutluluğu bozma” mesajını göndeririz. Bu, suçluluk duygusunu savuşturma ritüelidir.

5. Narsisizm ve “Maşallah” Kalkanı

Son olarak, nazar inancı paradoksal bir şekilde narsisistik bir tatmin de sağlar.

Sürekli “nazar değecek” korkusu taşımak, aslında gizli bir böbürlenmedir: “Ben o kadar önemliyim, o kadar güzelim, o kadar başarılıyım ki herkesin işi gücü bitti, beni izliyor.”

Bu, psikiyatrideki **”Referans Sanrısı”**nın (Alınganlık) kültürel olarak kabul görmüş hafif formudur. Kişi, “Maşallah” diyerek başarısının kaynağını Tanrı’ya atfedip, çevredeki haset oklarından (şimşeklerden) kaçınmaya çalışır. “Bana saldırmayın, ben sadece bir aracıyım” diyerek hedef küçültür.

Sonuç: Mavi Camın Arkasındaki Hakikat

Sonuç olarak; yakamıza taktığımız o küçük mavi cam, basit bir süs eşyası olmanın çok ötesindedir.

O, binlerce yıldır bu topraklarda süregelen; haset, rekabet ve bastırılmış duygular üzerine kurulu sosyal dokunun bir özetidir. Nazar boncuğu, Türk toplumunun **”Psişik Paratoneri”**dir.

Boncuk orada olduğu sürece, kendi içimizdeki hasetle yüzleşmek zorunda kalmayız. Boncuk kırıldığında “Nazar çıktı” der rahatlarız; çünkü biriken psişik gerilim (tansiyon) o camla birlikte patlamış ve deşarj olmuştur.

Belki de Freud yaşasaydı ve Kapalıçarşı’yı gezseydi, nazar boncuğunu “Toplumsal Nevrozun Fetiş Nesnesi” olarak tanımlardı. Ancak biz ona, bizi kendi karanlığımızdan ve “ötekinin” yıkıcı arzusundan koruyan mavi bir tılsım demeye devam edeceğiz.

Çünkü insan ruhu, saf hasetin yakıcılığına çıplak gözle bakamayacak kadar kırılgandır. Araya mutlaka mavi bir cam koymak gerekir.

Nazar Boncuğu ve Melanie Klein: Kolektif Paranoyamızın Camdan Kalkanı was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.