Metnin Dışında Sergi Yoktur

Sergi salonunda yan kartların bana ChatGPT gibi davranması üzerine bir iç dökme.

Sergi salonuna girdiğimde, eserlerden önce gözüme çarpan şey o küçük beyaz kartlar oluyor. Tablonun altına iliştirilmiş, mütevazı ama iddialı açıklamalar: “Bu eser şunu temsil eder, sanatçı burada bunu demek istemiştir.” Bir anda dikkatimi eser değil, metin çekiyor. Yani resmen tabloyu gölgeleyen karton parçaları. Kart bana prompt gibi davranıyor: “Bunu böyle anla.” İçimdeki ses hemen başlıyor: “Ya ben başka türlü anlarsam? Ya ben yanlış hissedersem?” Ama orada öyle dikilmiş, bana göz kırpıyor. Benimle inatlaşıyor gibi.

Tam da burada Derrida devreye giriyor kafamda. Hani şu ünlü lafı: “Metin dışında hiçbir şey yoktur.” Başta tuhaf geliyor bu cümle. “Nasıl yani hocam, hiç mi çıplak gerçeklik yok? Hiç mi eserin saf hali yok?” Ama yok işte. Sen eseri gördüğün an, onu zihninle etiketliyorsun, bir bağlama yerleştiriyorsun, dilin içine hapsediyorsun. Dışarıda saf bir anlam, saf bir hakikat beklemiyor seni. O küçük açıklama kartı da aslında bunun canlı kanıtı gibi. Yani eserle aramda kurduğum ilişkiyi bir tür metin devralıyor. “Şöyle hisset, böyle anla.” Benim hissim mi değerli, yoksa yanındaki metin mi?

Komik tarafı, biz sözde sanatın halka açıldığı bir çağda yaşıyoruz. Belediyeler festival düzenliyor, “Kültür Yolu” gibi etkinlikler yapıyor, AVM’nin orta yerine heykel konduruyor. Eskiden saraylarda dolaşan tablolar artık metro çıkışında sergileniyor. Sanat “ayaklara inmiş” durumda. Ama bu gerçekten demokrasi mi, yoksa yeni bir vitrin mi? Çünkü anlamak için hâlâ belli bir sermayeye ihtiyacın var. Bourdieu’nün üçlüsü: eğitim, çevre, para. Bunlardan birazına sahip değilsen, o serginin sana söylediği şey sadece “güzelmiş, renkliymiş” seviyesinde kalıyor. Yani yine bir eşitsizlik, sadece dekoru değişmiş.

Bir keresinde 2024 Contemporary İstanbul’da yanımda iki kişi konuşuyordu. Biri dedi ki: “Bence bu eser influencer kültürünü eleştiriyor.” Öbürü hemen yanındaki kartı okudu: “Burada bireysel hafıza ve mekânsal yabancılaşma ele alınıyor yazıyor.” İkisi de sustu. Kart kazandı. Ortada bir drama yok hatta sonra gülüp eğlenip geçtiler ama yaklaşık bir yıldır ben o muhabbeti hatırlıyorum. O yüzden işte tam burada Derrida’nın sesi kulaklarımda: “Metin dışında hiçbir şey yoktur.” Çünkü ikisinin de yorumu, kartın altına gömüldü. O kart metinsel evrenin efendisi gibi davranıyor. Senin hissini silip yerine “doğru”yu koyuyor.

İç sesim bu noktada beni dürtüyor:
 — Sen de aynı şeyi yapıyorsun, metni okuyorsun.
 — Ama ben ironik okuyorum.
 — İronik okuduğunu kim bilecek?
 — Bilen bilir.
 — Bak, Derrida da gülerdi sana şimdi.

Aslında ben sergide hissettiğimle metin arasında kalmış biriyim. Bir yanım diyor ki: “Bırak hisset, ne anlarsan odur.” Diğer yanım fısıldıyor: “Bağlamı doğru okumak zorundasın.” Ama Derrida’nın sözü yine kafamı çeliyor: “Metin dışında bir alan yok.” Yani benim hissettiğim şey de, o kartın bana söylediği şey de aynı metinsel evrende zaten. Saf bir yanlış yok, saf bir doğru da yok. Sadece yorumlar, izler, metinler var. Bunu bilmek biraz özgürleştirici aslında. Çünkü yanlış anlama diye bir şey kalmıyor.

Yani benim hissettiğim şey de, o kartın söylediği şey de aynı metinsel evrende zaten. Saf bir yanlış yok.

Yanlış anlama diye bir şey kalmıyor

Ama tam özgürleşiyorum diye sevinirken iç sesim yeniden hortluyor:
 — O zaman neden kendini bu kadar kasıyorsun?
 — Çünkü kasmazsam yüzeysel kalırım.
 — Yüzeysel kalmak kötü mü?
 — Kötü tabii.
 — Belki de yüzey dediğin şey asıl derinliktir.
 — Hah, şimdi Derrida gibi konuştun.

Sanatın halka yayılması meselesi işte böyle ironik. Evet, fiziksel olarak daha ulaşılır. Belediye ücretsiz getiriyor, yanında açıklamasını yazıyor, sen de gezip bakıyorsun. Ama anlamak için hâlâ bir eşik var. Eser senin önünde, ama bağlamı senin ardında kalıyor. Tam da burada Derrida’nın dediği gibi: “dışarıda” bağımsız bir anlam aramanın manası yok. Çünkü senin anlamın da, sanatçının niyeti de, karttaki açıklama da aynı metinsel oyun sahnesinde dönüyor.

Resmen yazılım ekranındaymışım gibi. Prompt girilmiş, ben de çıktıyı üretmek zorundayım. O açıklama kartları “direktif” rolünü üstleniyor. “Şunu hisset, bunu anla, şuraya odaklan.” Yani sanat bana hitap etmiyor, sanki bir algoritma beni kodluyor.

Yine de bazen o oyunu bozmak hoşuma gidiyor. Mesela metni hiç okumadan çıkmak. Ya da bilerek saçma bir şey uydurmak: “Bu eser bana ilkokulda yediğim tostları hatırlattı.” Yanımdaki metin “politik yabancılaşma” dese bile, ben “tost” diyebiliyorum. Ve o an kendimi özgür hissediyorum. Çünkü yanlış anlama hakkımı kullanıyorum. Belki de sanatın demokratikleşmesi tam da burada gizli: herkesin aynı şeyi anlaması değil, herkesin kendi yanlışını sahiplenebilmesi.

Ama dürüst olayım, çoğu zaman yine metne dönüyorum. Çünkü o kart bana göz kırpıyor, beni suçlulukla bastırıyor. “Yanlış mı anladın?” diye fısıldıyor. Ve ben yine kendimle kavga ediyorum. Bir yandan “sanat hissetmekle ilgilidir” diye savunuyorum, öte yandan “ama doğru bağlam önemli” diye direniyorum. Çıkmaz sokak. Ama işte belki de sanatın özü tam bu: emin olamamak.

Çıkışta broşürü elimde taşıyorum, telefon ekranına bakıyorum. İç sesim başlıyor yine:
 — Story at, sonra unutursun.
 — Ama anı kendime saklasam?
 — Senin hafızan zaten Google Drive gibi, at geç işte.
 — Derrida var işin içinde, belki de her şey metne dönüşmeli.
 — O zaman story de metnin bir parçası işte.

Ve tabii ki atıyorum. Çünkü sergi sonrası hissettiğim şey, eseri anlamaktan çok, anı bir metne çevirmek oluyor. Ne de olsa metin dışında zaten hiçbir şey yoktur.

Metnin Dışında Sergi Yoktur was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.