Medeniyet Konuştuk, Medeniyetsiz Dağıldık

Medeniyet Konuştuk, Medeniyetsiz Dağıldık

Laiklik Panelinde Laik Olmayı Unuttuğumuz Bir Günün Notları

Kendi kendime konuşurum.
Çünkü tek dinleyicim benim.
Dışarıda derinlik ya tehlikelidir ya da “fazla”.
Ben de içeri kaçarım.

Bazen kaçmak, düşünmenin tek yoludur.

Aynanın karşısına geçtim.
Uzun uzun baktım.
“Peki,” dedim, “neden ‘medeniyet’ denilince omurgam bir anda tahtaya dönüşüyor?
Neden laiklik dendiğinde yüzlerde o donuk, ezberden gülümseme beliriyor?
Neden herkes aynı anda biliyormuş gibi yapıyor ama kimse yaşayamıyor?”

Cevap, kanımda dolaşıyordu ama kelimeye dökülmesi zaman aldı.

Bizde medeniyet,
yemek masasında doğru çatalı tutmaktır.
Bir gösteridir.
Yanlış çatalı tutarsan barbar olursun.

Laiklik ise başkalarının inancını izlerken taktığımız resmi bir maskedir.
Kendimize gelince çıkarırız.
Sessiz kalırsan “hain”,
yüksek sesle konuşursan “cahil”,
gülümsemezsen “huysuz” olursun.
Hep bir şey olursun ama kendin olamazsın.

Tam bunları düşünürken telefonum titredi.
“Medeniyet, Laiklik ve Ortak Gelecek Çalıştayı. Katılımınızı rica ederiz.”

Altında ince bir yazı:
“Evrensel Değerler.”

Evrensel değerleri biz hep kapalı salonlarda, mikrofondan dinleriz.
Sokakta, dolmuşta, apartman boşluğunda ise evrensel bir kaos hüküm sürer.

Gittim.

Salon steril.
Hava soğuk ama klima kapalı; soğukluk içeriden.
İnsanlar kravatlarıyla, ciddiyetleriyle kendilerini tabuta yatırmış gibi.
Düşünce burada bir mimik hatası kadar tehlikelidir.

Sahneye ilk konuşmacı çıktı.
Mikrofonu neredeyse öptü.

“Medeniyet,” dedi,
“Antik Yunan’ın bize bıraktığı en kıymetli mirastır.”

Not aldım.
Demek ki medeniyetin bavulu Atina’dan kalkmış,
Medine’ye hiç uğramamış,
İstanbul’da aktarma yapmadan direkt Ankara’ya inmiş.

İkinci konuşmacı söz aldı:
“Laiklik, modern dünyanın vazgeçilmezidir.”

Alkış tufanı.
Biz laikliği, vitrindeki pahalı bir vazo gibi alkışlarız.
Kırılır diye dokunmayız.
İçine çiçek de koymayız.
Sadece uzaktan severiz.

İçimde bir şey koptu.
Kibarca değil.
Sessizce değil.
Bildik bir kırılma.

Elimi kaldırdım.
İçimdeki iç polis “OTUR” diye bağırıyordu.
Ben ayağa kalktım.

“Bir şey sorabilir miyim?”

Mikrofon uzatıldı.
Mikrofon, düşüncenin idam sehpasıdır.
Sesin titremesi, celladın biley taşı.

“Biz,” dedim, sesimde ilk çatlak,
“neden bu kavramları hep bir yerlerden ithal ediyoruz?
Neden kendi toprağımızda, kendi çamurumuzda filizlenmiş hallerini konuşmaktan bu kadar korkuyoruz?”

Salon sustu.
O suskunluk, salonun kalbine inen bir baltaydı.

“Mesela,” dedim, hafif bir alay sızdırarak,
“Medeniyet kelimesinin kökü ‘Medine’ değil midir?
Yani şehir. İnşaa da burada başlamış.
Bizim şehirlerimizde bu medeniyet nerede?
Trafikte mi,
kuyrukta mı,
yoksa sadece bu salonda mı?”

Bir sandalye inledi.
Bir boğaz temizlendi.
Bir kalem düştü.
Kalem düşüşü bazen en dürüst tepkidir.

“Peki ya laiklik?”
Sesim sertleşti, geri dönmemeye karar verdim.
“Bu topraklar ‘Senin dinin sana, benim dinim bana’ cümlesini duyalı kaç asır oldu?
Biz bunu neden birlikte yaşamanın pratiği olarak değil de
birbirimizin yüzüne fırlatılan bir slogan olarak kullanıyoruz?”

Fısıltılar başladı:
“Dini mi savunuyor?”
“Bu konu buraya uygun mu?”
“Provokasyon bu.”

İşte o an anladım:
Biz laikliği başkasının inancını korumak için değil,
kendi tahammülsüzlüğümüze kılıf olsun diye istiyoruz.

Bir profesör, gözlüğünün üzerinden baktı:
“Bunlar romantik, naif yaklaşımlar.”

Romantik.
Ne zaman biri rahatsız edici bir şey söylese, romantik derler.

“Naif değil,” dedim,
“rahatsız edici.
Çünkü bilmediğimiz şey,
en çok bildiğimizi sandığımız şey çıktı.”

Bir başkası atladı:
“Tarihsel spekülasyon!”

“Hayır!” dedim, artık kırılmıştım.
“Bu spekülasyon değil.
Bu hayatı ıskalamaktır.
Medeniyet, Yunan’dan ödünç aldığımız bir ceket değil,
üzerimizde her gün yırtılan gömlektir.
Laiklik, Batı’dan ithal bir makine değil,
içimizde sönüp duran bir kibrittir!”

Salon karıştı.
Herkes konuşuyor, kimse duymuyordu.
Medeniyet paneli,
medeniyetsizliğin canlı yayınına dönüştü.

Ben sustum.

Sustuğumda fark ettim:
Biz bu kelimeleri mezarlıktan çalıp ceplerimizde taşıyoruz.
Isıtmıyoruz.
Canlandırmıyoruz.
Sadece ağırlık yapıyorlar.

Toplantı bitti.
Çıkışta herkes, bir dakika önce boğazladığı kişiyle sarılıp
“Çok güzeldi,” dedi.

Bu bizim en büyük yeteneğimizdir:
Birbirimizi boğup, üstüne çiçek bırakmak.

Eve dönerken sokak lambalarının altında düşündüm.

Belki sorun medeniyet değil.
Belki sorun laiklik değil.
Belki sorun din değil.

Belki sorun şu:
Biz kendimizi hiç anlamadan,
başkalarının kavramlarını savunmaya kalkıyoruz.

Medeniyet diyoruz, kapıyı yüzüne kapatıyoruz.
Laiklik diyoruz, farklı olan her düşünceyi dışlıyoruz.
Din diyoruz, kulaklarımızı tıkıyoruz.

Sonra da soruyoruz:
“Neden bir türlü olmuyor?”

Olmaz.
Çünkü yaşanmayan her doğru, bir gürültüye dönüşür.
Savunulmayan her ilke, bir saldırıya.

O gün ben o salonda sessizce kırıldım.
Kimse çatlak sesimi duymadı.
Belki de kendi seslerinden korktukları için.

Eve gelip defterime şunu yazdım:
“Bir toplum, en çok bildiğini sandığı şeyin altında ezilir.”

Aynaya tekrar baktım.
“Peki sen?” dedim.
“Gerçekten biliyor muydun?
Yoksa sen de sadece ezberleyip tekrar mı ediyordun?”

İşte bu yüzden yazıyorum.
Kürsülerden değil.
Toplantı salonlarından değil.

Tam kırıldığım yerden.

Çünkü belki gerçek medeniyet,
ilk kez orada başlıyordur:
Bir insanın
“Ben aslında bilmiyormuşum,”
diyebildiği o muzip, kırılgan, dürüst anda.

Ve belki gerçek laiklik de,
başkasının inancına saygı duymaktan önce,
başkasının bilmiyor olma haline tahammül edebilmektir.

Ben hâlâ öğreniyorum.

Bu cümleyi kurduğum için değil,
bu cümleyi kurmaya cesaret edebildiğim için
belki hâlâ umut vardır.

Sessiz.
Çatlak.
Gerçek.

Tıpkı hayat gibi.

Medeniyet Konuştuk, Medeniyetsiz Dağıldık was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.