Onunla konuşuyordu. Bir yandan gözleri gözlerindeyken, küpesine kaydı. Yüzünde gezdirdi bakışlarını. Gülümsedi, onu beğendiği her hâlinden belliydi.
İsmini söyledi, kendini tanıttı; ama pek umurunda değildi doğrusu. Bir an önce sorusunu sorsun, cevaplasın da gitsin istiyordu, oradan ayrılmak derdindeydi. Geçiştirici birkaç cevap… “Görüşmek üzere” kelimeleri havada çarpıştı.
Arkasına bakmadan yürüdü. Niye böyle davrandığını kendi de bilmiyordu. Mantığının duygularını yönetmesine izin verdiği günden beri kaçardı. Bir can yakan bakışın bile sorumluluğunu almak istemezdi.
Bu sadece bir tanışmaydı. Normal insanlar belki kaldıkları yerden devam eder, başka işlerine odaklanır ya da hayatına bakardı. Fakat o akşam okuduğu kitapta, satır aralarında bir kelime yakaladı. Bunu kafasında evirip çevirip büyüttü, küçülttü.
Yanlış bir davranıştı, farkındaydı. Yaratılıştan mı böyleydi, yoksa sonradan mı eklendi bu özellik çözemiyordu. Onu rahatsız ettiği belliydi.
Eskiz defterine bir şeyler çizerken, çayından birkaç yudum alırken, saçını çiçekli tokayla toplarken, hep aynı sorular dönüyordu aklında. Narin, ince parmaklarını, kumrala çalan saçlarının arasından geçirdi.
Peki öteki? Belki o diyaloğu çoktan unutmuştu, belki de uyuyordu. Ne düşündüğünü, ne hissettiğini bilmiyordu. Şu an düşünüp hayal gücünü yormayacak kadar gururluydu.
Ayrı bir havası vardı, farkındaydı; bazen umursamazdı hatta çoğu zaman. Kızdı kendine, yine de devam etti: Romanına dön, kendi hayatına bak dedi. Kitaplığına bitirdiği bir tabloyu daha astı.
Kahverenginin tonlarını ağırlıkla kullanmıştı; sevmişti o soyut resmini.
Yanındakiler konuşuyordu ama aklı tam onlarda değildi. Biri, ilk kez ölümle yüzleştiğinden bahsediyordu. “Merhumun bembeyaz, ipek gibi ışıldayan saçlarını bir an olsun unutamıyorum,” diyordu. Biri başına gelen talihsizlikten söz ediyordu. Bir diğeri, romanını açmış okurken alelade bir olayla karşısındakini oyalıyor, ona romanını okutmaya fırsat vermiyordu.
“İşte bu,” dedi kendi kendine. “Alalade yaşamak, tam da bu.”
“Saklamak” kelimesine takıldı. Kitabında gözleri o sözcükte durdu.Kelimeler büyüledi. Oturdu ve bazı şeyleri kaleme aldı.
Kitaplarda cümlelerin altını çiziyor, “dönüp bakacağım” diyor ama hiç bakmıyor.
Böyle bir karakter işte. Aslında bakıldığında neşeli; ama bu durumlarda mücadeleci değil. Tuttuğunu koparan biri hiç değil. Geri duruyor.
Hayatın ona altın tepsiyle sunulmasını bekliyor. Belki biraz daha atılgan olsa, o tanışma bambaşka bir boyuta taşınacaktı. Ama ketum hepsi bu.
Bazen düşünüyor; mantık niye hep duyguların önüne geçiyor? Belki de akıl, kalbin cesaretinden korkuyor. Mantık hata yapmaktan çekinir, kalpse yanmaktan korkmaz. Belki de o, şundan korkuyordu: Üzüldüğünde bir el gözyaşlarını silmeyecek diye. Kötü bir gün geçirdiğinde “neyin var?” sorusu gelmeyecek diye. Güzelliğini – yalnızca dışını değil, içindekini de – göremeyecek biriyle karşılaşacak diye. Onu başkalarından ayıran yanlarını kimse fark etmeyecek, kimse elinden tutup “devam et” demeyecek diye. Bu yüzden mantığına sarılıyordu.
Uzak kalmayı bir korunma biçimi sandı. Belki de bu yüzden o kadar cevval değil, bu yüzden atılmıyor hiçbir şeye. Gününü onun karşısında anlatamayacak diye korkuyordu. Başına bir şey geldiğinde söylemeyecek, onu ihmal edecek diye korkuyordu.
Neden korkuyordu peki? Kimden öğrenmişti bu korkuyu? Yoksa bu duyguyu kendi içinde mi getirmişti dünyaya?
Niye başa çıkamıyordu… Belki de sevginin eksikliğini, en çok sevildiğinde fark edenlerdendi. Bir yanıyla korunuyordu ama öte yanıyla hayatı kaçırdığının farkındaydı.
Bir gün biri çıkıp da onu gerçekten dinleyecek olsaydı, belki de bu hikâye bambaşka yazılacaktı.
Mantıkta Kaybolmak, Üzülmekten Korkmak ve Sevilmeyeceğini Sanmak was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.