Son zamanlarda kendime sık sık şunu sorarken buluyorum:
Hızlı akan bir hayatın içinde derinlik nasıl korunur?
Sanıyorum cevabı, bir dönem gözden kaybolmuş gibi görünen kültürel alışkanlıkların sessizce geri dönüşünde saklı.
Pandemi sonrası dijitalleşme hızlanınca, Dünya'nın önde gelen müzeleri MoMA’dan Rijksmuseum’a, Tokyo’daki Mori Art Museum’a kadar arşivlerini çevrimiçi hale getirdi. Bu durum yalnızca sanat eserlerine erişimi kolaylaştırmadı; kültür tüketiminin pasif olmaktan çıkıp yeniden seçici ve bilinçli bir aktiviteye dönüşmesini sağladı.
Bu dönüşüm elbette yalnızca müzelerle sınırlı değil.
Dijital kütüphaneler, film arşivleri, bağımsız dergiler, sanatçıların üretim süreçlerini anlattığı kısa videolar, hatta iyi hazırlanmış podcast serileri bile aynı sessiz dönüşümün parçaları.
Eskiden fiziksel erişime bağlı olan kültürel temaslar, artık merak edildiği anda ulaşılabilen bir derinliğe dönüştü.
Artık pek çok insan sabah kahvesini içerken bir serginin küratör notlarını okuyor ya da bir sanatçının yaratım süreci üzerine mini belgeseller izliyor. Dijital dünya kültürü erişilebilir kılarken, aynı zamanda derinleşme isteğini de artırıyor.
Dijitalleşmenin böyle sakin bir yüzü olduğu gibi, daha gürültülü bir yüzü de var. Kültürel derinlik arayışının değerini en çok bu karşı yüz belirginleştiriyor bana göre.
Sosyal medya gerçeği: Gösterişin kusursuz fabrikası
Dijital çağ büyürken, en bilindik sosyal medya platformlarının, gerçek hayatın yerini almaya başlayan yapay bir sahneye dönüştüğünü görüyoruz. Her şeyin içi boşaltılıp yalnızca görünmek için yapılan faaliyetlerle doldurulan bir vitrin adeta.
Aynı pozlar, aynı estetik tekrarları, aynı mekânlar, aynı motivasyon cümleleri… Gerçekten yaşanmayan ama yaşanıyormuş gibi sunulan bir hayat tiyatrosu.
Artık yemek yemek bile bir deneyim değil, fotoğrafı iyi çıkarsa anlamlı.
Kitap okumak bir iç yolculuk değil, görsel bir dekor.
Gezmek, spor yapmak, sanatla ilgilenmek, hatta duygular bile gösteri malzemesi.
Yaşamak yerine içerik üretmek için yaşayan bir kalabalık var ve daha da çarpıcı olan, bu içeriklerin neredeyse tamamının birbirinin kopyası olması. Aynı renk paletleri, aynı filtreler, aynı “bakın ben de varım” çabası. Gerçek, samimiyet ve özgünlük bu gürültünün altında kayboluyor.
Tam da bu yüzden kültürün sessiz derinlik arayışı bugün çok daha değerli.
Her yerde bağırılanın aksine, seçilmiş ve rafine olan daha güçlü artık.
Ben de uzun süredir kültürün bu yeni sessiz derinlik formunu inceliyorum ve şunu fark ettim:
Bilgi artık yüksek sesle değil, seçilmiş sessizliklerle genişliyor.
Hızlı tüketime değil;
bir sanatçının yaşam öyküsünü okumaya,
bir müze arşivinde dolaşmaya,
iyi hazırlanmış bir belgeseli sindire sindire izlemeye ihtiyaç duyuyoruz.
Her kültürel temas bireyin kendi iç düzenini kurmasına yardım ediyor.
Tıpkı düzenli bir ev, sade bir masa ya da günlük küçük alışkanlıklar gibi.
Kültür artık bir etkinlik değil,
hayatın kendi ritmine karışmış bir nefes bence.
Kültürün Sessiz Dönüşü: Dijital Gürültünün İçinde Kaybolan Derinlik was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.