Korkut Boratav: Çürüyen emperyalizmin saldırganlığı

Söyleşi: Yusuf Tuna Koç

ABD Venezuela çıkışlı iki gemiye saldırı düzenledi.  Trump hem Venezuela hem Kolombiya’yı askeri müdahale ile tehdit etti. ABD’nin Latin Amerika politikası açısından yeni, daha doğrudan ve saldırgan bir döneme mi geçtik? 

ABD dış siyasetini belirleyen Ulusal Savunma Stratejisi Trump’ın ikinci başkanlık döneminde önemli bir revizyondan geçti. Obama yönetiminden bu yana Çin’den kaynaklanan dış tehdit önceliğine dayanan strateji, artık, anavatan (yani ABD) ve Amerika kıtası (esas olarak Latin Amerika) üzerinde odaklanacaktır.  

“ABD’ye”, yani, “ülke içine odaklanan” bir dış siyaset anlayışı aslında anlamsız görünebilir. Trump faşizmi bu ilişkiyi göçmenler aracılığı ile kurmaktadır: ABD’de Trump’ın hedeflediği göçmenler büyük ölçüde Latin Amerikalıdır. Girişleri önlenmeli, mümkün mertebe ülke dışına çıkarılmalıdır. Trump, Göçmen ve Gümrük Örgütünü (Immigration and Customs  Enforcement), ülke içinde terör saçan güçlü bir komando birliğine dönüştürdü. Görünüşü (ten rengi, giyim/kuşamı) aykırı olanları topladı; belgeleri şüpheli olan herkesi kamplara götürdü; Latin Amerikalıları uçaklara doldurarak ülkelerine, talihsizleri El Salvador’un korkunç zindanlarına taşıdı.  

Öte yandan ABD’nin Latin Amerika’daki “solcu” rejimlere karşı hoşgörülü olmadığı da iyi bilinir. Latin Amerika’da sayısız yatırımı olan Amerikan şirketlerinin çıkarlarını da gerektiğinde askerî darbelerle korumak gelenekselleşmiştir. Guatemala’da 1954’te United Fruit Company’yi millileştiren başkan Arbenz’in, Şili’de 1973’te bakır madenlerini kamulaştıran  Allende’nin darbelerle devrilmesi geleneksel örneklerdir. Son örneklerden biri de “lityum zengini Bolivya”da  solcu başkan Evo Morales’e karşı 2019’daki darbe girişimidir.  

Sosyalist Allende’ye karşı Şili’deki 1973 darbesi, ayrıca, Latin Amerika’yı neoliberalizme taşımanın ilk örneği olarak da kullanıldı. Bu örneği, sonraki yıllarda Arjantin ve Brezilya’nın da askerî rejimler altında neoliberal politikalara geçişi izledi.  

Bu örneklere 1999’da da dünyanın en zengin ham petrol kaynaklarına sahip olan Venezuela’da 1999’da solcu Chavez’in seçilmesini hemen izleyen günlerde ABD’nin açık katkısıyla yapılan başarısız darbe eklenebilir. Maduro yönetimine karşı da başarısız darbe girişimleri, çok ağır ekonomik yaptırımlarla bütünleşti. Üstelik Venezuela, ABD’ye göçmen ihraç eden Latin Amerika ülkelerinin de ilk sıralarında yer alıyor.  

VENEZUELA İLE SINIRLI KALMAZ

Trump’ın direktifi ve “uyuşturucu ticareti” suçlaması ile Venezuela kıyılarındaki batırılan teknelerin sayısı son bilgilere göre 20’ye; öldürülenler 80’e çıkmıştır. İlk saldırıdan sonra Venezuela İçişleri Bakanı Cabello sorgulamıştı: “Taşındığı iddia edilen uyuşturucu nerededir? Niçin kimseyi tutuklamadılar?” Yanıtlanmadı. Sonraki örneklerde de Kongre’de ve ABD medyasında sayısız benzer soruya karşı Trump yönetimi “kanıtlarımız var…” benzeri tepkiler ile yetindi; kanıtlar bugüne kadar açıklanmadı. 

Sonunda Trump açıkladı ki CIA’yı Venezuela’da gizli bir operasyon üstlenmek için görevlendirmiştir.  Daha sonra Savunma Bakanı Hegseth ve Dışişleri Bakanı Rubio, Venezuela’yı rejim değiştirmeyi hedefleyerek işgal etme seçeneğinin de gündemde olduğunu açıkça söylediler. Bu yüzyılda Balkanlarda, Kuzey Afrika ve “Geniş” Orta Doğu’da ABD liderliğinde yürütülen rejim değiştirme operasyonları Latin Amerika’da hukuk sistemleri üzerinden sürdürülen sivil darbeler ile yürütüldü. Brezilya ve Ekvador’da solcu rejimler bu yöntemle iktidardan uzaklaştırıldı. Doğrudan ABD işgaliyle gerçekleşecek ilk örnek Venezuela mı olacak? Gerçekleşirse sıranın 1959’dan beri devrimci bir rejim içinde yaşayan Küba’ya, 1979’ dan beri Sandinistaların yönettiği Nikaragua’ya gelmesi olasıdır. 

KİRLİ YÜZYIL

ABD’nin başta Latin Amerika ve Orta Doğu olmak üzere sivil darbeler, vb. dolaylı müdahalelerden askeri saldırganlığa geçmesinin sebepleri ne olabilir, kendi içinde bir kriz/çelişkiye yönelik bir çözüm arayışı mıdır? 

Amerikan emperyalizminin saldırganlaşması, Soğuk Savaş’ın son bulmasını izleyen dönemde dünya sisteminin ABD’nin ödünsüz hegemonyasında tek kutuplu bir niteliğe dönüşmesini sağlamak için başlatıldı. ABD’deki neo-con akım bu stratejiyi “Ne pahasına olursa olsun 21’inci yüzyıl Amerikan yüzyılı olacaktır” sloganı ile ifade etti. Buradaki “ne pahasına olursa olsun” ifadesi, gerektiğinde silahlı müdahale seçeneğini de içeriyordu. Sovyetler Birliği’nin tarihe karışması iki kutuplu Soğuk Savaş dünyasına da son vermişti. Komünist rejimlerin bazı özelliklerini koruyan veya geçmiş dönemde Sovyet blokunun desteğinden yararlanmış ülkelerden kaynaklanabilecek direnme eğilim ve potansiyelinin de yok edilmesi gerekiyordu. Bunu sağlamak için dünyamız son 25 yılda bir dizi kanlı rejim değiştirme operasyonuna tanık oldu.  

İlk dalga 1999’da Balkanlarda Sovyet sosyalizminin “yumuşak” bir türü içinde yaşayan “bağlantısız” Yugoslavya’nın parçalanmasını hedefledi. Operasyonda ABD ve Avrupalı müttefikler silahlı müdahaleyi nadiren, sadece Sırbistan’a karşı kullandı.  Etnik kökenli, çok kanlı bir iç savaş istenen sonucu verdi. 

Rusya Gorbaçov ve Yeltsin dönemlerinde ABD emperyalizmine teslimiyet gösterdi. Rus milliyetçiliğini sahiplenen ve emperyalist tasarımı algılayan Putin ise direnmeyi yeğledi.  Rejim değiştirme operasyonları eski Sovyet cumhuriyetlerinde başarıyla yürütüldü. Ukrayna’da direnme eğilimi gösteren cumhurbaşkanı 2014’te AB’nin de aktif katkı yaptığı “Meydan Darbesi” ile iktidardan uzaklaştırıldı. Rusya karşıtı yeni  başkan Zelenski son üç yıldır Batı ittifakının   Ukraynalıları “vekaleten kullanarak” sürdürdüğü Rusya’ya karşı yürütülen savaşın da gönüllü “vekilidir”.  

Kuzey Afrika’dan Afganistan’a yani Batı Asya’nın içlerine uzanan İslam coğrafyası 21. yüzyılda ABD ve NATO müttefiklerinin doğrudan katılarak yürüttüğü çok kanlı rejim değiştirme operasyonları içinde yaşamaktadır. Hedef olan rejimler, İsrail’i de içeren kolektif emperyalizme, 1990-öncesinde de Sovyet desteğiyle karşı çıkan milliyetçi, laik ülkeler oldu. Milyonlarca ölüme yol açıldı. Irak’ta Saddam, Libya’da Kaddafi öldürüldüğü, Suriye’de Esad rejiminin açık yenilgisi ile sonuçlanan operasyonlar başarıya ulaştı. El Kaide’yi destekleme gerekçesiyle başlatılan Afganistan savaşı ise son aşamada ABD’nin yenilgisi ve ülkeyi terk etmesi ile sonuçlandı. 

İsrail bu savaşlarda ABD’nin destekçisi, Suriye’de ise açık ortağı oldu. Gazze’ye odaklanarak yürüttüğü soykırım da insanlığın bir yüz karası olarak tarihe geçmiştir.  

Son çeyrek yüzyıl ABD emperyalizminin saldırganlaşması ile fazlasıyla lekelenmiştir.  Ukrayna savaşının Rusya’yı tehdit eden bir boyuta gelmesi ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı Tayvan üzerinden ABD’nin sürdürdüğü provokasyonlar nedeniyle nükleer bir savaşın tetiklenmesi gündemdedir.   

Soğuk Savaş yıllarında dünya halklarının barışçı mücadele gelenekleri görünüşte tükenmiştir.  Canlanması için doğru teşhis gerekiyor.  ABD/ Avrupa/ İsrail ortaklığını içeren kolektif emperyalizm çürümüştür ve saldırganlığının kaynağı bu çürümeden kaynaklanan zafiyetidir. Barış için mücadele de, artık, bu olguyu algılamakla başlayabilir ve doğrudan doğruya emperyalizme karşı açıktan mücadeleyi gerektirmektedir.