Nazım Hikmet, Kuvayı Milliye Destanı’na Karayılan’ın korkusuyla başlar; korkusundan sıyrılmasıyla. Ateşi ve ihaneti görmüş, yaralı, yorgun, fakir Anadolu insanı emperyalistlerin kanlı işgaline karşı isyan ateşleri yakmış direnmektedir. Karayılan, korkusu kafası kadar büyük bir Anteplidir. Bir gül fidanının altına sinmiş, canının derdindedir. Tek kurşun atmaya bile niyeti yoktur, umurunda bile değildir Antep’in işgali. Çünkü onu düşünmeye alıştırmamışlardı der, Nazım. Gül fidanının dibine sinmiş Karayılan, ak taşın ardından doğrulan bir kara yılanın kafasının kurşunla parçalanmasına tanık olur. Ölümün dehşetiyle sarsılır bir an, yine düşünmez belki ama, ayağa fırlar ve düşmanlara doğru ateş ederek koşmaya başlar. Peşine takılır isyancılar; korku, öfkeye dönüşmüştür hem de bir milletin öfkesine!
Merdan Yanardağ’ın gözaltına alınmasını duyuran A Haber kanalında Ekrem İmamoğlu’nu da kapsayan “casusluk soruşturulması” anlatılırken ekranın altında akan KJ’de “MI6, CIA, MOSSAD ne ararsan var” yazıyordu.
Muhalefete dönük yargı operasyonu artık tutarlı, ölçülüp biçilmiş, inandırıcı bir söylem inşa etme ve toplumun rızasını alma kaygısını bir yana bırakmış durumda. Nesnel kanıtlar, suçun işlendiğini açıkça ortaya seren belgeler, olay örgüleri gibi insanların aklına seslenen ve onları ikna etmeyi amaçlayan bir strateji uygulanmıyor.
Belki uygulanamıyordur çünkü bu tür kanıtlar yoktur, belki de uygulayıcıların nitelikleri yetersizdir, vasıfsızlıkları yüzünden böyledir, kim bilir? Belki kendilerini o kadar güçlü hissediyorlardır ki, ihtiyaç duymuyorlardır ya da belki de o kadar çuvallamışlardır ki, işin içinden çıkamaz olmuşlardır. Bunca belkili önermenin nedeninden çok sonucu, etkisi üstünde durulmalı. O etki de, iktidarın uygulamalarının kendisi farkında olmasa da yaratmak istediği korkunun hedefinin değişmesidir.
MESAJ POMPALANIR
Otoriter yönetimler toplumda korkuyu yayarken topluma bir düşman gösterirler. “Dışımızda bize düşman olanlar var ve onlar evimizi barkımızı, canımızı namusumuzu almak istiyorlar. İçimizdeki düşmanlar da o dış düşmana yardım ediyorlar. Onlara yönelik önlem almazsak hepimiz yok olacağız. O yüzden içimizdeki düşmanlara karşı şiddet kullanıyoruz!” Topluma, sizin güvenliğiniz için bu “temizliği” yapıyoruz, bana daha çok güç verin ve itaat edin ki, sizi kurtarabileyim mesajı pompalanır.
Dünyanın hemen her yerinde defalarca tekrarlanmış bir strateji. Yakın tarihimizde 2010 referandumu öncesi “Ergenekon- Balyoz- Derin Devlet” süreci ve 2015 Haziran seçimi sonrası yaratılan kanlı dehşet döngüsüyle gidilen Kasım 2015 seçimleri en belirgin iki örnek.
19 Mart operasyonu ile amaçlanan da benzer bir stratejiydi galiba. Ama bu kez olmayacak gibi. Süreç giderek iktidar ve ona güvenen toplum bileşiminden, iktidar ve düşman olduğu toplum yarılmasına evriliyor gibi.
Herkes, her an olmadık bir suçlama ile gözaltına alınabileceği, malına mülküne el konulabileceği korkusuna kapılmaya başladı. İktidara tabi olmak ya da onun propagandasına inanmak, inanmış gibi yapmak kimseye kendisini güvende hissetme olanağı vermiyor. Dahası, iktidar vaat ettiği “güvenlik hissi ve zenginleşme” umudunu bile veremiyor. Adli suçları, sokak çetelerini önlemeyerek yaratılan sokaklar tehlikeli, evinize kapanın mesajı da geri tepiyor. İktidarın gösterdiği düşmana düşman demek ne karın doyuruyor ne de canının güvende olmasını sağlıyor.
İnsanlar korkudan öfkeye düşünerek varmazlar. İnsan korktuğunda evet, dona kalabilir, sinebilir ve güçlü bir kurtarıcıya sığınma eğilimi gösterebilir ama aynı korku, “ölümden öte köy” yok öfkesini de besleyebilir.