Buğra Gökce – Tutuklu İstanbul Planlama Ajansı Başkanı
79 sayılı üç sayfalık konsey kararı ile Süleyman Demirel, Hüsamettin Cindoruk, Deniz Baykal, İhsan Sabri Çağlayangil, Celal Doğan gibi isimlerin 121 gün “mecburi ikamete” tutulduğu Zincirbozan kitaplara, filmlere konu oldu. Farklı siyasi kökenlerden gelen siyasetçilerin bu “mecburi ikamet”te birbirleriyle kurdukları ilişkiler, yaptıkları şakalar, değerlendirmeler ve yaşadıkları müthiş anılar halinde topluma da yansımıştır. Biz de gençliğimizde bu anıları okur, Türkiye’nin artık böyle sayfaları kapatmasını, siyasetin serbest, çok partili demokrasinin de güçlü olduğu zamanlara ulaşmasını dilerdik. Heyhat yıllar geçti, ülkemizin kaderi bu konuda da iyileşmedi. Şimdi Silivri’de seçilmiş yöneticiler, yetişmiş bürokratlar, akademisyenler, kamu görevlileri, gazeteciler özgürlüğümüzden yoksun bir şekilde günlerimizi geçiriyoruz.
Zincirbozan’a göre elbette farklar var. Mesela bir süre Zincirbozan’da tutulan Sn. Bülent Ecevit kumsala gidememekten yakınırdı. Biz ise 22 metrekare bir gökyüzü görebiliyoruz. İnsan ilişkileri sınırlı. Ziyaretimize gelen milletvekilleri, avukatlar ve kısıtlı zamanlarda görebildiğimiz ailemiz dışında yalnızlık okuluyla da baş etmeye çalışıyoruz. İnanın her pazar tek başına kahvaltı etmek, her öğünü tek başına yemek gerçekten zor. Başka bir insanla yarenlik etmek doğal bir ihtiyaç. Bundan da mahrumuz. Mahrum olduğumuz o kadar çok şey var ki, inanın yarası büyük! Ara ara yazılarımda çimen kokusu, börek kokusu, insan sohbeti diye bazılarını anlatmaya çalışıyorum. 12 m2lik koğuşumuzda, bu beton kafeste her şeye meydan okuyoruz aslında…
Arthur Schopenhauer diyor ki: “İnsan sadece yalnız olabildiği sürece, bütünüyle kendisi olur: Demek ki; yalnızlığı sevmeyen özgürlüğü de sevmez çünkü insan ancak yalnız olduğunda özgürdür.” Bu sözden Schopenhauer’in “Medrese-i Yusufiye”yi ziyaret etmediği de anlaşılıyor. Değerli filozofu birazcık eleştirebilme hakkım var. Özgür insan seçilmiş olarak yalnızlığı ve toplumdan uzaklaşmayı tercih edebilir. Özgür bir insanın hür iradesiyle yaptığı bu neviden bir tercih elbette saygıya değer. Belki böylelikle insan kendi varoluşunu da daha iyi anlayabilir. Ancak insanın hür iradesine aykırı olarak mecbur kaldığı bir yalnızlık, seçilmiş bir yalnızlıktan farklı olarak, özgürleşmeyi beraberinde getirmiyor. Özgürlüğün kıymetinin daha güçlü anlaşıldığı doğru ancak kıymeti yeniden değerlenen tek şey özgürlük değil. Özgürlüğün yoksunluğunda normal hayattaki en küçük şeyler, sahanda yumurta yapıp ekmek banmak, canın çektiğinde kuru fasulye yemek, deniz kenarında bir yürüyüş, spor yapmak, parka gitmek, bir çocuğun kahkahasını duymak, bir maçı statta izlemek, bir filmi izlemek için sinemaya gitmek ve hayatın sayısız edimi de özlemle yeniden değerleniyor. Özgürlükten yoksun bir insan için hayatın bütünü özlem konusudur. Denebilir ki özgürlük hayata anlam veren en önemli değerdir. Elbette bu yalnız benim düşüncem değil, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nden Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ne, modern anayasalara, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne kadar çağdaş hukuka temel olan tüm metinler insan özgürlüğünü korumak ve geliştirmek üzerine kurulmuştur. Anayasamızın da 5’inci maddesine göre devletin temel amaç ve görevi kişi hak ve özgürlüklerini sınırlayan siyasal, sosyal ve ekonomik engelleri kaldırmaktır. Bu konuda ne kadar ileri gidebildiğimizin takdirini okuyucuya bırakıyorum.
Her ne kadar özgürlüğümüzden yoksun olsak da bu elbette mutlak bir yoksunluk değil. Bilinci ve iradesi olan insanlar “tutuklu” tutulabilir ancak düşünceleri ve iradeleri demir parmaklıklar ardıyla sınırlı kalmaz. İnsan düşünmeye, üretmeye, düşlemeye devam eder. Esasında bu çaba insanı hayata da yeniden bağlar, bağlıyor. Bizlerin ülkemiz ve geleceğimiz için hayalleri var. Yakın zaman önce yayınlanan “22 Metrekare Gökyüzü – Silivri Günlükleri” kitabım da bu hayallerin ve çabanın ürünü. Silivri’de geçirdiğim günleri not ederken, bir yandan da geleceğe ilişkin düşüncelerimi paylaşmak istedim. Elbette bu kadarla sınırlı değil. Tutuklandığımız günden sonra halkımızın bize verdiği destek, moral ve güç bizim de geleceğe ilişkin hayaller kurmamıza imkân veriyor. Görüyoruz ki milyonlarca güzel insanın birlikte yaşadığımız ülke hakkında güzel hayalleri ve kaygıları var. Diğer yandan 250 gündür bizleri yalnız bırakmayan insanlara da düşlerimizi ve fikirlerimizi paylaşma sorumluluğumuz var. Denebilir ki “22 Metrekare Gökyüzü” bu anlamda kolektif bir eser. Yazarı ben olsam da kaleme güç veren milyonların da kitapta payı var. Böylece “özgürlük” üzerine Schopenhauer’in söylemediği bir şeyi de söyleme fırsatı doğuyor. Özgürlüğün zorla elinden alındığı bir ortamda insan için toplum, kolektif direnç ve dayanışma da özgürlük kapılarını açabiliyor. Toplumdan uzaklaşmakla değil, toplumla o şartlarda bile temas ederek özgürlük hapishane koşullarına bile tüm gücüyle girebiliyor.
Yazarak özgürleştiğimi, hayata tutunduğumu hissettim bu beton kafeste… İlk günler çok zorlanarak, amatörce tuttuğum notlar günler geçtikçe biraz daha derinleşti sanki. Bunu en iyi okuyucu değerlendirecek. Benim bildiğim bir şey varsa yazıyla rehabilite oldum, hayata tutundum ve benimle dayanışma içerisindeki binlerce insanın heyecanı, coşkusu ve yüreğiyle yazmaya çalıştım. Masumiyetin özgürlük çığlığı ve mağduriyetin soylu dik duruşu halkımıza tüm çıplaklığıyla geçsin istedim.
Bu noktaya geldikten sonra, kalbimdeki dileği de söyleyebilirim. Özgürlüğü çok özledim ve kavuşmak için sabırsızlanıyorum. Ancak özgürlük isteğim artık o kadar yoğun ki, ülkemizin de tarihin en özgür, en demokratik günlere kavuşmasını diliyorum. Biliyorum ki hukuk devleti garantisiyle hepimiz haklarımızı hiçbir kaygı ve korku duymadan yaşayabildiğimiz zaman gerçek özgürlüğe ve hak ettiğimiz günlere kavuşacağız. Ne güzel söylüyor Zülfü Livaneli:
“Bir sözün coşkusuyla
Dönüyorum hayata
Senin için doğmuşum haykırmaya
Ey özgürlük!”
Adres: Marmara Ceza İnfa Kurumları Kampüsü,
9 Nolu Cezaevi C-69,
34570 Silivri / İstanbul