Çiğdem MATER – Yapımcı, Gazeteci – Bakırköy Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, M12 Bakırköy – İstanbul
Sevgili Sohail,
Sana bu mektubu İstanbul’daki bir kadın hapishanesinden, koğuşumuzdaki “kendime ait masamdan”, hapishane kantininden aldığım mavi tükenmez kalemle, hapishane kantininden aldığım okul defterinin sayfalarına yazıyorum. Günlerden pazar, karşımda televizyon açık, sesi kısık, altyazıları okuyorum: “İstanbul’da toplanan Uluslararası Gazze Mahkemesi kararını açıkladı. İsrail, geniş bir Apartheid rejimi içerisinde Gazze halkına soykırım uyguluyor.”
Alanının en önemli isimlerinden, İsrailli Omar Bartov’un temmuzda The New York Times’da yazdığı yazıyı anımsıyorum. “Ben bir soykırım uzmanıyım, görünce anlarım.” Ah Sohail, ne kadar geç kaldık değil mi?
İstanbul Bienal’indeki defterinden bazı resimlerin fotoğraflarını gördüm. O defterlere mavi tükenmez kalemlerle yaptığın resimler sanırım burada, hapishanede, defter ve kalemle ilişkimin benzerliğinden, fotoğraflardan da olsa öyle mıhlandı ki zihnime, sana yazmak istedim. Sana “Resimlerini gördüm, defterine iliştirdiğin mektubunu okudum” demek istedim. “Seni duydum, seni gördüm, seni anladım” demek istedim. Senin Deyr El Balah’ta yaptığın resimler, İstanbul’da Bakırköy’de bir hapishane koğuşunda bana ulaştığına göre, belli mi olur, belki de benim mektubum da elden ele sana ulaşır. Ah Sohail, ne kadar geç kaldık değil mi?
***
Siz iki yılı aşkın zamandır patlamalar ve Gazze göklerini terk etmeyen savaş uçaklarıyla yaşıyorsunuz. Ben de o vakittir Filistin’e, İsrail’e dair ne bulursam okuyorum. Filistinlilerin ve İsraillilerin romanlarını, tarihçilerin kitaplarını, gazetecilerin tanıklıklarını, siyasetçilerin anılarını, çizgi romanlarını…
Dün, Türkçeye yeni çevrilen Rashid Khalidi’nin 2020’de yazdığı “Filistin: Yüzyıllık Savaş” vardı elimde. Senin mektubunda savaşın gürültüsü var. Khalidi’nin aile hikâyesiyle paralel, Filistin’deki yerleşimci kolonyalizmi ve direnişin yüzyıllık tarihini anlattığı kitabında da var savaşın gürültüsü. Khalidi, ailesiyle birlikte, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı FKÖ’süzleştirme operasyonuyla yerle bir ettiği günlerde Beyrut’tan ayrılıp Kahire’ye gidiyor. İki küçük kızları var, o küçük kızlar Kahire’de tramvay seslerini, tank sesi sanıp yeniden yaşıyorlar o korkuyu. İsrail 1982’de FKÖ’yü Lübnan’dan çıkarma bahanesine sığınıyordu, 2025’te Hamas’ı Gazze’den. Ah Sohail, ne kadar geç kaldık değil mi?
Defterlerini ve mavi tükenmez kalemlerini Deyr El Balah’ta bir seyyar satıcıdan alıyormuşsun. Basit malzemeler diyorsun. Çünkü para az, savaş ekonomisi tavan yapmış, haliyle başka önceliklerin var. Kiranı, akşam yemeğini düşünmelisin. O seyyar satıcının tezgahında başka neler var onu merak ettim. Burada hapishane kantininde okul defterleri ve mavi tükenmez kalem tek seçenek. Kalem, kâğıt, hapishanelerin tarihi boyunca hep bir mesele olmuş. Sıklıkla da yokluğuyla cezalandırma yöntemi. Hapishane yazını dünyanın dört bir yanından “kalem, kâğıt vermediler” hatıralarıyla dolu. İsrail’in geçen sene katlettiği ve naaşını vermediği gibi bir de naaşını yakmakla tehdit ettiği Hamas Lideri Yahya Sinvar’ın İsrail hapishanesinde yazdığı, biri El-Fetih’e diğeri Hamas’a katılan iki kuzeninin hikâyesini anlatan romanı, Diken ve Karanfil’i okurken çok düşünmüştüm bu kalem kâğıt meselesini. Kim bilir nasıl parça pinçik kâğıtlara, ne koşullarda yazdı diye. Yazmak zaten zor. Hapiste iyice zor. Hele ki İsrail Hapishanesi’nde. Ah be Sohail, çok geç kaldık değil mi?
Mektubunda söz ettiğin, o ilk çizdiğin menekşe İstanbul’a gelen defterlerde var mı, bilmiyorum. Varsa da ben görmedim ama menekşelerin ilhamı, Halil Cibran’ın Hırslı Menekşesi’ni okuyacağım hemen. Görmediğim menekşen bana 2010’da sevgilimin işi nedeniyle bir süre yaşadığımız Doğu Kudüs’te Şeyh Cerrah’taki ev sahibimizi anımsattı. Ağustos sıcağından bir gün var zihnimde. Doğu Kudüs’ün bin yıllık Filistinlileriyle yerleşimci İsrailliler, günlük kavgalarında. Yerleşimcilerin başındaki adam elinde bir kâğıt sallıyor, ortalık toz duman. Sopalı İsrailli yerleşimciler, ellerinde taşlarla Filistinliler, uzaktan bakan İsrail askerleri. Kapıda kıyamet koparken ben kahvemi içiyorum, ev sahibimiz çiçekleri suluyor ve anlatıyor: O adamın elindeki kâğıt iki bin küsur yıllık tapuymuş. Burası onlarınmış, “Gidin” diyorlar. Kıyamet kopmaya devam ediyor. Biz kahvelerimizi içiyoruz. Her şeyi ne çabuk normal kabul ediyoruz. Ah be Sohail, çok geç kaldık biliyorum.
***
Khalidi kitabında, bugüne kadar 400 binden fazla Filistinlinin İsrail hapishanelerinde kaldığını söylüyor. Sevgili Sohail, sen de bundan azade olmamışsın elbette. Ocak 2023’te tutuklandıktan sonra neyse ki bırakılmışsın. Nasıl çizmeye başladığını anlatmışsın. Salıverildikten, yedi saat yürüdükten ve iki günün ardından aileni bulduktan sonra başlamışsın çizmeye. Önce düşüncesi bile gülünç gelmiş. Sonra seni ıstıraptan kurtarmak için elzem olduğunu fark etmişsin. Buna benzer ne çok cümle okudum. Savaş hikâyelerinde, Holokost anılarında, Gulag tanıklıklarında, çok sayıda hapishane hatıratında.
Korkuyu, öfkeyi, acıyı, hırsı, umudu içinden çıkarmak için çizmek… Ben çöp adam bile çizemem. Senin içinden çizgiyle çıkanlar, burada, hapishanede benim içimden yazıyla çıkıyor işte. Ne güzel ki mavi tükenmez kalemlerimiz ve okul defterlerimiz var. Huzursuzluğu anlatmak sanırım her şeyden daha önemli. Huzursuz etmek her şeyden daha önemli. Bütün dünya ne kadar geç kaldık değil mi Sohail? Ne çok “ama” dedik değil mi? Kendini en Filistinci sayan bile söz, misal Hamas’a geldiğinde, “ama” dedi. 60 binden fazla Filistinli öldürüldü, cümleler failsiz kuruldu. İsrail 1947’den itibaren halkla ilişkilerin tüm imkânlarını kullanarak var olma hakkı üzerinden, dev bir savaş mekanizması olmasını meşrulaştırdı. Hepimiz de buna “Eyvallah” dedik. Çok geç kaldık. Sağdan, soldan, Amerika Birleşik Devletleri’nden ya da Arap dünyasından, Türkiye’den ya da Avrupa’dan, her yerden, hepimiz yüz yıl kadar geç kaldık. Ama sanki kendimi kandıramıyorsam eğer, bu sefer çok geç de olsa sesinizi duyduk, “Buradayız” demeyi başardık. Bir işe yarar, yaramaz, belki de sadece imtiyazlı alanlarımızdan içimizi rahatlatıyoruz, bilmiyorum. Ama şunu biliyorum, öfken, huzursuzluğun, korkun ve iç çalkantın Deyr El Balah’tan çıktı, bak, buraya kadar geldi. Şeria Nehri’nden çıktı. Akdeniz’e geldi, öyle diyelim.
Sevgili Sohail, öfkeni, huzursuzluğunu, hırsını, acını ve umudunu paylaşıyorum. Kalemin tükenmesin, defterin bitmesin.
Sevgilerimle,
Çiğdem…