Gürkan AKGÜN – Silivri Cezaevi 9 no.lu / C-64
Adalet, memleketin en yakıcı meselesi; buna şüphe yok. İkili hukuk tartışmalarının yoğunlaştığı, toplumun her kesiminde adalet duygusunun ve ona olan inancın aşındığı böylesine bir dönemde ‘iklim adaleti’ni gündemleştirebilmek de haliyle bir o kadar zor. Muhtemelen bu yazının okuyucuları arasından dahi; “Yani tamam, o da önemli tabi de; dur şimdi, zaten ortalık karışık” diyenler çıkacaktır. Ne yapalım? Ortalık hakikaten karışık ve hiç de öyle net, berrak bir vaziyete evrileceğe de benzemiyor. Ekonomik, siyasi ve hukuki kriz; gri, nemli, insanın içini çürüten bir sis gibi çöktü hayatımızın orta yerine. Hiçbir yerden esmiyor ki; gitsin, dağılsın bu karabasan sis. Ama şimdi, kimse bunun kabahatini de gidip değişen iklim koşullarına yüklemesin.
Politikleşmesi zor bir konu olmakla beraber, hepimizin yuvası olan yeryüzünün en ‘gerçek’ krizi iklimdeki değişim. Artık geleceğe dair bir kıyamet senaryosunun ötesinde, bizzat içerisinde yaşadığımız bir gerçek. Bütün yazı kasıp kavuran orman yangınları, susuzlukla boğuşan kentlerimiz, don, kuraklık sonucu tarımsal üretimin ciddi şekilde tahrip olması ve bunun hem gıda enflasyonunu artırması hem de üreticiyi ekonomik açıdan perişan etmesi; ani, aşırı yağışlarla oluşan sellerde kaybedilen canlar ve maddi zarar hayatımızı doğrudan etkiliyor. İklim krizinin asıl müsebbibi olan dünyanın tüm hükümetleri, gerekli uyum politikalarını ve sera gazlarının salınımını engellenmeye yönelik azaltım eylemlerini hayata geçirmeyen tüm yöneticileri; bütün bu yaşananlardan sonra, bu ‘önlenemez’ doğa olaylarının sorumluluğunu iklim değişikliğine yükleyip kenara çekilebiliyor. Ama ben baştan söyledim; kimse kabahati iklime yüklemesin!
Geçtiğimiz hafta COP30 (BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 30. Taraflar Konferansı), 56 bin delegenin katılımıyla Brezilya’da, endüstrinin canına okuduğu Amazon Ormanları’nın kalbi Belém şehrinde gerçekleşti. Yeryüzünün muktedirleri, -ABD hariç- fosil yakıt şirketlerinin lobicilik faaliyetleri eşliğinde muhtemelen çok etkili söylevlerde bulunmuşlardır. ABD’nin Trump yönetimi ise genel olarak iklim hedeflerini ülkenin ekonomik ve ulusal güvenliğini tehlikeye atan bir ‘dolandırıcılık’ faaliyeti olarak görüyor. Durum vahim! Küresel kapitalizmin iktisadi aklından iklim adaleti beklemek saflıktan öte bir şey olur. Zaten onlar da çözümü hikmetinden sual olunmaz ‘piyasa’da bulmuşlar. Bizim de temmuz ayında meclisten geçirdiğimiz İklim Kanunu ile entegre olmaya çalıştığımız sistem, çözümü kurulacak Emisyon Ticaret Sistemi’nde, birincil ve ikincil piyasalarda işlem görecek karbon fiyatlandırmalarında arıyor. Ama bu sırada iklim hedeflerine göre dünyada 2030’a kadar karbon emisyonlarının %40’ının azaltılması gerekirken, küresel emisyonlar %1.1 oranında arttı bile. Gezegenin ortalama yüzey sıcaklığını yüzyılın sonuna kadar 1.5 derecenin altında tutabilmek adına yapılması gereken gecikiyor. Ve Dünya Meteoroloji Örgütü’ne göre son 3 yıl, tarihinin en sıcak yılları olarak kayda geçti. Piyasaya el açıp aman dileyenlerin hafızasının bir kenarında dursun.
Seneye COP31’in Antalya’da düzenlenmesi kararı alınmış. Ne dersiniz? Adında ‘İklim Değişikliği’ olan Bakanlığımızın yaptığı imar planları ile İstanbul’un son kalan bomboş arazilerini; su havzası ve tarım alanları olmasına rağmen, ‘Kanal İstanbul ve Yenişehir Projesi’ adı altında betona boğduğunu, en kitabi tabirle ‘kentsel ısı adası’na dönüştürmesini konuşur muyuz mesela konferansta? Üstelik herkes suya hasretken bir Cumhurbaşkanlığı kararı ile Sazlıdere’yi baraj olmaktan çıkarmayı unutmadan. Ya da Maden Yasası’nda yapılan değişiklik ile yüzlerce yıllık zeytinlikleri söküp, termik santraller için kömür çıkarabilmenin mevzuatını nasıl oluşturduğumuzu anlatırız belki. Konu çok! Muhakkak ki dopdolu bir etkinlik bizi bekliyor olacak.
Dünya nüfusunun büyük kısmı artık toplumsal eşitsizliğin günbegün derinleştiği kentlerde ve hatta metropol/megakent/kent-bölgelerde yaşıyor. Asfalt-beton bir yapılaşmadan ve kirletici üretim alanlarından oluşan bu kentler hem sera gazı salınımının en büyük kaynağı hem de iklim değişikliğinin en can alıcı biçimde hissedildiği alanlar. Ve iklim krizinin etkileri de maalesef toplumda eşit dağılmıyor. Ani ve aşırı bir yağışta, zamanında dere yatağına yapılmasına göz yumulmuş bir evin bodrum katında yaşayan biri ya canından oluyor ya da evi barkı harap hale geliyor. Gıda enflasyonu en çok yoksulu, garibanı eziyor. Tarımla geçinen milyonlarca insan aşırı kuraklık, verimsizlik, toprağın kirlenmesi gibi birçok sebepten ötürü yeryüzünün kaybedenlerine; göçmenlere dönüşüyor. Örnekleri çoğaltmak mümkün. O yüzden iklim adaleti kavramının politikleştirilmesi ve kentlerimizin adil, eşitlikçi, ekolojik hassasiyetleri gözetecek şekilde; toplumun özellikle yoksul ve dezavantajlı kesimlerinin katılımını sağlayarak demokratik, bilimsel ve bütüncül planlanması ve tüm afetlere dirençli biçimde yapılandırılması son derece önemli. Bu nedenle dünyanın en büyük megakentlerinden İstanbul için İBB’nin, ilgili tüm kesimlerin katılımıyla hazırladığı, 2021 yılında yayınlanan, İstanbul İklim Değişikliği Eylem Planı’na ve Vizyon 2050 Strateji Belgesi’nde ortaya konan hedeflere ortak geleceğimiz adına sahip çıkmamız gerekiyor. İklim adaletini sağlamak, binalarda enerji verimliliğini gerçekleştirmenin yanı sıra İstanbul’un Kuzey Ormanlarını, su havzalarını korumaktan, İstanbul’a herkesin özgürce erişebildiği, yeni Yaşam Vadileri kazandırmaktan, yoksullukla mücadeleyi önüne koyan Halkçı Belediyecilik uygulamalarına sahip çıkmaktan, raylı sistemlerin omurgasını oluşturduğu entegre, kamusal, etkin ve çevreci ulaşım politikalarını geliştirmekten geçiyor. Askeri Alanlarını, yine kitabi ifadeyle, İklim Değişikliğine karşı ‘yutak alanlar’ olarak kamu yararına değerlendirmek dururken, lüks konut projeleri ile betona boğmamaktan geçiyor.
Velhasıl, vakit tamam. Sular hem ısınıyor, hem yükseliyor. Gidecek başka bir yerimiz olmadığına göre; Adalet şart! Hem de hemen, şimdi.