İçimizdeki Boşluk Duygusu
Yaşadığımız çağın hızlı bir temposu var. Hızlı düşünmek, hızlı konuşmak, hızlı tüketmek zorundayız. Henüz bir anın içindeyken diğer anımızı planlamak zorunda hissediyoruz kendimizi. Her anımızın başka bir içerikle, başka insanlarla, başka yerlerde daha iyi olma ihtimali aklımızı meşgul ediyor hep. Ve bir anı yaşarken aklımız o anda kaçırdığımız diğer şeylerde kalıyor. Günümüzün sosyal medya kullanımı da bu hissi körüklüyor. İnsanlar diğerlerinin ne yaptıklarını an be an izlerken, kendilerini hep sahte meşguliyetlere teslim edip yine de bir şeyleri kaçırmaya devam ediyor gibi hissedebiliyorlar. Günümüz insanı, edinemediği tatmin duygusunun boşluğunu acele, hızlandırılmış, keyif alınamayan ve yapmış olmak için yapılan etkinliklerle doldurmaya çalışıyor. Başkalarının hızını referans alarak, kendimizi tanımadan ve ne yapmak istediğimizi bilmeden bir ömür geçip gidiyor. Tatmin duygusuysa bir türlü gelemiyor.
FOMO dediğimiz, “bir şeyleri kaçırıyorum” hissi artık gündelik hayatın temel duygusu hâline geldi. Herkesin her yerde olduğu, herkesin her şeyi yaptığı bir ekranda, kendi yerimiz hep eksik, kendi yaptığımız hep yetersizmiş gibi. Bu duygu bizi sürekli daha hızlı olmaya zorluyor. Sanki yavaşlarsak hayatın dışında kalacakmışız gibi davranıyoruz. Oysa hız çoğu zaman verimlilik değil; kaçınma stratejisine dönüşüyor. Yavaşladığımızda yüzleşeceğimiz boşluk, belirsizlik ya da kendimize dair sorular bizi ürküttüğü için hızın içinde kaybolmayı tercih ediyoruz.
Hız toplumu tam da bunu yaratıyor: Bir anın içinde kalamayan, durmanın değerini unutan, kendi ihtiyaçlarıyla bağlantısını kaybeden bir insan modeli… Sürekli tüketiyoruz ama doyduğumuzu hissetmiyoruz. Sürekli bir yerlere yetişiyoruz ama vardığımız her yerde eksik kalıyoruz. Sürekli meşgulüz ama o meşguliyetin içinde kendimizi bulamıyoruz. Çünkü meşguliyet artık bir amaç değil; içsel sessizlikten kaçmanın yolu. Kendi içimizdeki boşlukla karşılaşmamak için yenisini planlıyor, bir sonrakine koşuyor, bir sonrakini düşünüyoruz.
Aslında mesele şu: Kimsenin gerçekten o kadar meşgul olduğu yok. Sadece durmaya tahammülümüz kalmadı. Durduğumuzda ne hissedeceğimizi bilmiyoruz. Bu yüzden ekranlar, programlar, yapılacaklar listeleri birer sığınak gibi. İç sesimizi duymamak için dolduruyoruz günlerimizi. Ama gün doldukça biz boşalıyoruz.
Bütün bu koşturma hâli aslında sadece dış dünyanın bir talebi değil; içimizdeki görünmez baskının da sonucu. Modern insanın zihni, sanki bir amfide hiç bitmeyen bir sınavın sorularını çözmeye çalışıyormuş gibi sürekli tetikte. “Bir şeyi kaçırıyorum”, “Yetmiyorum”, “Geride kalıyorum” duygusu, ruhumuzun arka planında çalışan görünmez bir alarm gibi. Ne kadar meşgul olsak da ne kadar yetişsek de o alarm bir türlü susmuyor.
Bu noktada Heidegger’in “Das Man” dediği şeye dönüşüyoruz: Kendi benliğimizle değil, “Onlar”ın bize biçtiği ritimle yaşayan, “Onlar böyle yapıyor” diye hareket eden, “Onlar gibi” olma telaşına kapılan bir varlık. Ne yapmak istediğimizi, neyi sevdiğimizi, neye ihtiyaç duyduğumuzu hatırlamak yerine, “Onlar ne yapıyorsa biz de onu yapmalıyız” diye düşünüyoruz. Böylece kendi varoluşumuzun öznesi olmaktan çıkıp, kitlesel bir koşunun içinde adımlarını kaybeden bir kalabalığın parçasına dönüşüyoruz.
Das Man’ın içinde yaşarken, yaptığımız şeylerin çoğu aslında bize ait olmayan seçimler. Çoğu zaman bir şeyi gerçekten istediğimiz için değil, istememiz gerektiğini düşündüğümüz için yapıyoruz. Çünkü hız toplumunda insan olmanın ölçüsü, kendi ritmini bulmak değil; o ritme ayak uydurmak. Durmak, sorgulamak, vazgeçmek ya da yavaşlamak… Bunların hepsi tuhaf bir sorun gibi görülüyor. Oysa belki de sorun tam tersine hiç durmamakta.
Sürekli bir üretim, gelişim ve kendini “optimize etme” çağrısı duyuyoruz. Sanki insan, bir yazılım programıymış gibi her gün güncellenmeli, daha verimli olmalı, daha hızlı çalışmalı. Ama insan dediğimiz şey makine değil; bazen eksik, bazen yorgun, bazen yavaş, bazen de sadece boşlukta dolaşmak isteyen bir ruh. Bu doğal hâllerimizi kabul edemediğimiz için, eksiklik hissi de hiç eksilmiyor.
O boşluk duygusu, modern insanın en dürüst tarafı aslında. İçimizde bir yer, tüm sahte meşguliyetlerimizi, hızımızı, kaçışlarımızı görüyor. Ne kadar dolu görünürsek görünelim; o iç ses biliyor: Biz çoğu zaman kendimizden kaçıyoruz. Kendimize temas etmekten, gerçek ihtiyaçlarımıza bakmaktan, huzursuz eden soruları duymaktan korkuyoruz. O nedenle hız bir konfor alanına, meşguliyet bir uyuşturmaya dönüşüyor.
Ama tüm kaçışların ortak bir kaderi var: En sonunda insan yine kendisine geri dönüyor. Yorulduğumuzda, tükendiğimizde, bir anda durduğumuzda… İçimizdeki o sessizlik tekrar geliyor. Ve biz ne kadar ertelemiş olsak da o sorular yeniden kapımıza dayanıyor: Ne istiyorum? Neden koşuyorum? Bu hız kime ait? Bu hayat kimin için yaşanıyor?
İşte eksiklik duygusu da tam burada büyüyor. Çünkü bir noktadan sonra fark ediyoruz: Meşguliyetler bizi hayattan değil, kendimizden uzaklaştırmış. Kendimize yaklaşmadıkça da tamamlanamıyoruz.
Bu çağ bize sürekli “yap” diyor; “ol”mayı unutturuyor. Ve insan, başkalarının hızına ayak uydurarak değil, kendi varlığına kulak verebildiği anda gerçekten tamamlanıyor. Kaçırdığımız şey hayat değil; varoluşumuzun bize söylediği o cümle: “Kendine dön.”
Hep Meşgul, Hep Eksik was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.