Önder İNCE – Tv Habercisi- İletişim Danışmanı
Her iktidar, yalnızca devletin zor araçlarını (yasalar, ordu, güvenlik aygıtları) değil, aynı zamanda toplumun rızasını üretme mekanizmalarını da kullanarak ayakta kalır. Bu durum, Antonio Gramsci’nin “hegemonya” kavramında ifadesini bulur. Hegemonya; bir grubun kendi dünya görüşünü toplumun geneli için “doğal”, “doğru” ve “kaçınılmaz” hale getirmesidir.İktidar, yalnızca yönetmez; aynı zamanda düşünür, şekillendirir ve ikna eder.
Bu nedenle hegemonya, salt siyasal bir üstünlük değil; kültürel, ahlaki ve entelektüel liderliğin de bir bileşimidir. Gramsci’ye göre bu hegemonik süreç, devlet aygıtının yanı sıra medya, eğitim sistemi, din kurumları, sivil toplum örgütleri ve hatta dil kullanımı gibi “sivil alan” araçları üzerinden kurulur. Böylece iktidar, sadece zora dayalı bir egemenlik inşa etmez; gönüllü bir itaat, yani “rıza” üretir. Bu bağlamda, her şeyin siyaset üzerinden okunduğu günümüzde, iktidarın hegemonik söylemi toplumdaki bireylerin kimliklerini, aidiyetlerini, hayallerini ve korkularını şekillendirir. Siyaset, yalnızca oy sandığında değil, evde, okulda, tevazulu ya da otoriter bir dilde, şiirde ve şarkıda da üretilir. İktidarın istediği “makbul yurttaş” tipinin zihinlerde ve gündelik hayatta yeniden ve yeniden üretilmesi, hegemonik düzenin sürekliliğini sağlar.
Ancak hiçbir hegemonya sonsuz değildir. Her egemenlik biçimi, karşısında onu sorgulayan, eleştiren ve alternatif bir değerler sistemi öneren bir muhalefet cephesini de yaratır. Bu karşı-hegemonik çaba, kurulu düzenin temel değerlerine, söylemine ve tarih anlatısına meydan okuyarak, yeni bir toplumsal mutabakat arayışını temsil eder. İşte “kurucu değerler” veya “kuruluş felsefesi” söylemi de bu bağlamda ortaya çıkar: Mevcut iktidar düzeninin dönüşümüne karşı geçmişteki bir idealin hatırlatılması, yeniden yorumlanması ve bayraklaştırılmasıdır.
I. POLİTİK VE KÜLTÜREL HEGEMONYA NASIL KURULUR?
Bir iktidarın hegemonya kurma süreci, yalnızca siyasal zor kullanımıyla değil, çok katmanlı bir kültürel ve ideolojik inşa süreciyle mümkün olur. Gramsci’nin “devlet”i hem politik toplum (zor aygıtları) hem de sivil toplum (rıza aygıtları) ekseninde tanımlaması, bu sürecin iki temel ayağını net biçimde ortaya koyar. İktidar, bu iki alanı ustalıkla düzenleyerek kendi dünya görüşünü “görünmez bir norm” haline getirir.
A. ZOR AYGITLARI: YASALAR VE GÜVENLİK MEKANİZMALARI
Zor aygıtları, devletin yasaları, güvenlik güçleri ve yargı sistemi aracılığıyla toplumsal düzeni sürdürmesini sağlar. Bu araçlar, hegemonik düzenin temel taşlarının zarar görmesini engeller. Örneğin, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası Türkiye’de uygulanan anayasal ve yasal düzenlemeler, yalnızca fiili bir baskı aracı değil; aynı zamanda yeni bir toplumsal modelin dayatılması sürecinin de parçasıydı.
Bugün bile bu “12 Eylül düzeni”, Türkiye’de siyasal alanı ve yurttaşlığa dair temel algıyı şekillendirmeye devam etmektedir. Zor, burada yalnızca fiziksel bir şiddet değil; yasal çerçeve içinde sıradanlaştırılmış bir itaattir.
B. RIZA AYGITLARI: EĞİTİM, MEDYA, KÜLTÜR VE DİL
Rıza üretimi, hegemonya inşasının asıl alanıdır. İktidar, kendi dünya görüşünü toplumun tüm hücrelerine yaymak için simgesel ve ideolojik araçları kullanır:
Eğitim: Müfredat, “makbul vatandaş” tanımını yaygınlaştırır. Örneğin Türkiye’de ilkokuldan itibaren öğrencilere aktarılan resmi tarih anlatısı, ulus-devlet projesinin ideolojik temelini oluşturur.
Medya: Haber dili, gündem belirleme gücü ve sembolik temsiller üzerinden kitleleri yönlendirir. Tekelleşmiş medya organları, iktidarın sesini topluma aktarır ve muhalif sesleri marjinalize eder.
Kültür ve Sanat: Estetik algılar, film, müzik ve edebiyat yoluyla ideolojik mesajlar taşır. Örneğin, Hollywood sinemasının Amerikan yaşam tarzını ve değerlerini küresel ölçekte pazarlaması, kültürel hegemonya örneğidir. Türkiye’de ise son yıllarda hızla artan Osmanlı dönem filmlerini de bu bağlamda ele almak gerekir.
Dil Kullanımı: İktidar, kelimeleri ve kavramları dönüştürerek gerçeklik algısını yeniden inşa eder. Zira iktidarlar için dil, sadece bir iletişim aracı değildir; toplumsal gerçekliğin inşa edildiği başlıca zemindir. Bir iktidarın dil üzerindeki hakimiyeti, yalnızca günlük söylemlere yön vermekle kalmaz; aynı zamanda toplumun neyi nasıl düşündüğünü, hangi kavramlarla düşündüğünü belirler. Bu nedenle kontrol edilen dil, kontrol edilen anlamdır.
Türkiye’de “yerli ve milli” söylemiyle, muhalif kesimlerin gayrimeşru ilan edilmesi bu mekanizmanın bir parçasıdır.
C.TARİH VE HAFIZA POLİTİKALARI
Tarih yazımı ve toplumsal hafıza, hegemonik düzenin en güçlü meşruiyet kaynaklarındandır. İktidar, geçmişi bugünün ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlar ve kitlelere sunar.
Örneğin AKP iktidarı, Osmanlı geçmişinin seçili parçalarını ihya ederek, modern Cumhuriyet değerlerine karşı tarihsel bir alternatif kurgulamış ve bunu “yeni Türkiye” vizyonuyla birleştirmiştir. Bu söylem, “travmatik bir Cumhuriyet geçmişi” ve “görkemli bir Osmanlı mirası” ikilemi üzerinden bugünkü ideolojik ayrışmaları derinleştirmiştir.
D. DİNSEL VE AHLÂKİ OTORİTE
Dini söylem, hegemonya kurmanın en etkili araçlarındandır. Din, yalnızca bireysel inanç değil; aynı zamanda toplumsal, siyasal ve ahlaki bir düzen sunar. Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın siyasal alanı dinsel referanslarla yeniden biçimlendirmedeki etkisi, rızanın dinsel bir zemin üzerinde nasıl üretilebildiğinin güncel bir örneğidir.
E. EKONOMİK BAĞLANTILAR VE SADAKAT AĞLARI
Hegemonya yalnızca söylemsel veya kültürel alanlarda değil, aynı zamanda ekonominin somut araçlarıyla da kurulur. Ekonomik güç, siyasal iktidarın uzun erimli bir meşruiyet üretme aracıdır. Bu üretim, ideolojik rıza kadar maddi kişisel çıkarlarla da beslenir.
Hegemonyanın sürdürülebilirliği, büyük ölçüde bu “çıkar mimarisi”nin bütünlüğüne dayanır. Son yirmi yılda Türkiye’de iktidar, kamu kaynaklarını stratejik bir “piyasa-siyaset” ağı içinde yeniden dağıtarak bir tür ekonomik sadakat sistemi kurdu:
• Kamu ihaleleri ve mega projeler: Devasa altyapı projeleri, köprüler, otoyollar, havalimanları yalnızca ekonomik değil; siyasal güç alanları olarak tasarlandı. Bu ihaleler çoğunlukla iktidara yakın şirketlere “pazarlık usulü” ile verildi.
• Anadolu Kaplanları ve Yerel İşinsanları: Türkiye’de Anadolu’daki muhafazakâr iş çevreleri, iktidarın sağladığı kredi, teşvik, ihracat avantajlarıyla büyüdü ve bu ağın organik parçası haline geldi.
• Kamu çalışanları ve taşeron sistemi: Güvencesiz istihdam modeli, çalışanları siyasal sadakate mecbur bırakır hale geldi: İşini korumak isteyen sessiz kalır; terfi almak isteyen “uyumlu” davranır.
• Sağ popülizm ve sosyal yardımlar: Özellikle dezavantajlı ve yoksul kesimlere sunulan sosyal yardımlar, bir “bağımlılık” ilişkisi kurarak başka tür bir sadakat üretmiştir.
• Vakıflar ve TÜRGEV, ENSAR gibi yapılar: Kamu kaynakları, vergi muafiyeti veya taşınmaz devri gibi yöntemlerle “resmi olmayan eğitim ve kültür kurumları” üzerinden yeni bir toplum mühendisliği sürecine aktarıldı.
• Medya sahipliği: İktidar, medya organlarını ideolojik değil; ekonomik baskı ve kredi politikalarıyla da kontrol ederek “tek sesliliği” inşa etti.
Bu ağ, ideolojik uyum ile ekonomik çıkarlar arasında symbiotik bir bağ yarattı: Sadakat gösteren şirketler veya bireyler güç kazanırken; muhalif olup bu zincirin dışına çıkanlar ekonomik ve siyasal alanda yalnızlaştırıldı.
Sonuç olarak, hegemonya yalnızca zihinleri değil; cepleri de yönetir. Bu ekonomik sadakat sistemi, toplumsal dokuyu sınıfsal, kültürel ve siyasal olarak yeniden şekillendirir. Tam da bu nedenle, gerçek bir demokratik mücadele; ekonomik adaletle politik özgürlüğü bir araya getiren bir dönüşümü gerektirir.
II. KURUCU DEĞERLERİN SAVUNUSU: HEGEMONYAYA KARŞI MÜCADELE
Hegemonya, sadece iktidarın kontrol ettiği söylemler ve yapılar üzerinden kurulmaz; aynı zamanda toplumsal rızayı ve kültürel kabulü de kapsar. Bu nedenle bir ülkenin kurucu değerleri — örneğin Türkiye’de laiklik, yurttaşlık, eşitlik, kamuculuk ve bağımsızlık — zamanla iktidarın hegemonik söylemleri tarafından erozyona uğrayabilir. Bu değerleri savunmak, yalnızca eleştirmekten ibaret olamaz; karşı-hegemonya inşa etmek, yani alternatif bir toplumsal sözleşme ve anlam dünyası yaratmak gerekir.
A. ELEŞTİRİDEN YENİDEN KURULUŞA
Sadece eleştiri, hegemonik düzenin baskın söylemini kırmak için genellikle yetersizdir. Eleştirinin toplumsal karşılık bulabilmesi, yeni bir dil ve yeni bir toplumsal tahayyül üretmesine bağlıdır. Bu bağlamda karşı-hegemonya, umut ve aidiyet duygusu inşa eden bir stratejiye dönüşür.
B. KÜLTÜREL ALANDA KARŞI-ANLATI
Hegemonya, kültürel alan üzerinde kurulduğunda, onu sarsmanın en etkili yolu karşı-anlatılar üretmektir. Bu anlatılar, iktidarın tek taraflı ve normatif tarihini, değerler sistemini ve kimlik tanımlarını sorgular; alternatif bir dünya ve aidiyet duygusu yaratır.
TÜRKİYE ÖRNEĞİ: SESSİZ AMA KALICI DİRENÇ
Türkiye’de çeşitli toplumsal aktörler, hegemonik anlatıya karşı kültürel bir karşı-hegemonya inşa etmektedir:
Kadın hareketi: Kadın hakları, toplumsal cinsiyet eşitliği ve şiddet karşıtı mücadeleler, patriyarkal ve otoriter söylemlere karşı yeni bir değerler çerçevesi oluşturur.
Çevre hareketleri: Doğayı savunmak, yalnızca ekolojik bir mesele değil; aynı zamanda kamusal alanın, adaletin ve eşitliğin korunması anlamına gelir.
Yerel dayanışma ağları: Küçük topluluklar içinde kurulan yardımlaşma ve dayanışma mekanizmaları, merkezi iktidarın tekeline karşı sivil bir güç alanı yaratır.
Sanatçılar ve bağımsız medya: Film, müzik, tiyatro ve alternatif haber kaynakları, hegemonik söylemin sınırlarını aşan yaratıcı ve eleştirel anlatılar üretir.
Sivil arşiv girişimleri: Toplumsal hafızayı korumak için kurulmuş bağımsız merkezler, örneğin “Hakikat Adalet Hafıza Merkezi” gibi yapılar, belgeleri toplar, dijitalleştirir ve erişime açar. Bu, yalnızca bilgi üretimi değil; kolektif vicdanın ve adalet talebinin sürekliliğini sağlayan bir mekanizmadır.
Hafıza Mücadelesinin Önemi: Hakikat mücadelesi, yalnızca geçmişin kaybolmasını engellemez; toplumsal kimliğin, kurucu değerlerin ve demokratik bilincin sürekliliğini de garanti eder. Hegemonik anlatıya karşı hafızanın savunulması, geleceğe yönelik bir demokratik yatırım olarak işlev görür: Toplum, geçmişin hatalarını ve doğrularını hatırladıkça, bugünün ve yarının politik ve kültürel seçimlerinde daha bilinçli hareket edebilir.
Sonuç olarak, dil, kültür ve toplumsal pratikler, karşı-hegemonya mücadelesinin birbirini besleyen üç temel ayağını oluşturur. Bu bütüncül strateji, yalnızca iktidarın tek taraflı anlatısını kırmakla kalmaz; toplumun alternatif bir değerler, kimlikler ve anlam dünyası etrafında yeniden örgütlenmesine olanak tanır.