Politika Kolektifi
CANAVARLAR ÇAĞINDA DEVRİM ZİHİNLERİMİZDE YAŞARKEN
Birleşmiş Milletler toplantısının ‘süper starı’, bir yıl önce Nusra bayrağı önünde bizzat katliam emirleri veren Golani, şimdiki adıyla Şaara idi. Adeta 21. Yüzyıl zamanının ruhu gibi, elinde yüzlerce Alevinin, Ezidi’nin kanı olan cihatçı bir komutan, takım elbisesiyle New York semalarında gezinirken, Amerikalı generaller, Avrupalı liderler, orta doğulu zenginler hayranlığını gizleyemiyordu. Herkesin dilinde aynı benzetme vardı; Golani, ABD hegemonyasıyla başlayan yüzyılın, bir nevi aksi-Che’si olmuştu. Fakat bu analojiyi anlamlı kılan, cihatçı komutanın kalabalık fotoğraflardaki absürtlüğü değil, adeta ne zamandır aranan eksik parçası olmasıydı. Golani, bulunduğu salonların anomalisi değil birleştiricisiydi. Onu bu liderliğe taşıyanlar, yanından ayrılmayanlar, hayranlığını gizleyemeyenler içerisinde sırıtmıyordu. Sonuçta kimler yok ki artık bu salonlarda; çocuk ticareti yapan Epstein’in yakın dostu ABD başkanı, Mussolini yürüyüşleri düzenleyen İtalyan başbakanı, seçim sonuçlarını tanımayan Fransa cumhurbaşkanı, gözlerimizin önünde soykırım yapan İsrail başbakanı, elçilikte gazeteci katleden Suudi Prensi, muhalefet liderlerini hapseden Türkiye cumhurbaşkanı… Tüm bu figürlerin arasında, ömrünün önemli bir kısmını Irak ve Suriye’de katliam, tecavüz ve yağma emirleri vererek geçirmiş bir cihatçının batının besili ve köse yanakları arasından sıyrılan özenle taranmış sakalı, bize dayatılan küresel düzenin üzerine dikilen tüyü andırıyor adeta. Dünya düzenine dini-milliyetçi faşist iktidarların egemen olduğu, %1’in dünyanın neredeyse tamamına sahip olduğu, gezegenin yıkımın eşiğine geldiği bir dönem, başka türlü aktörlerle de mümkün olamazdı zaten!
Her iki liderin Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda tarihe geçen konuşmaları da düşünüldüğünde, Che ve Golani benzetmeleri de tam bu noktada ortaya çıkıyor. O gün Che, yeni kurulan Küba’nın liderlerinden biri olarak yaptığı konuşma, dünyadaki tüm Küba’lar içindi. Bugün Golani’nin tüm diplomatik varlığı, daha fazla Suriye, daha fazla Gazze için! Che’nin, Küba başta olmak üzere üçüncü dünyanın başkaldıran ülkelerinin uluslararası dayanışmayla desteklenmesi için çağrı yaptığı konuşması Filistin’in o günden bugüne kurtuluş mücadelesi için ne anlam taşıyorsa, tüm varlığını İsrail’e verdiği tavizlere dayandıran Golani’nin Amerikan generalleriyle şakalaşmaları da yine soykırım yaşayan Gazze’nin yıkımı için aynı derecede önemli bir anlama sahip.
Kuşkusuz Che’nin kendinden sonra gelecek nesilleri etkileyen, tüm dünyada iz bırakmış bir ikona dönüşümü, yalnızca kendi fedakarlık ve kahramanlıklarla örülü kişisel tarihi ile ilgili değil. O aynı zamanda Bolşevik devrimiyle başlayan, sömürge karşıtı savaşlar ve Çin devrimiyle ısınan ve 68 kuşağı ile ivmelenen bir yüzyılın simgesi. Golani; Erdoğan, Trump, Meloni, Macron, Netanyahu, Selman için neyse, Che de Lenin, Mao, Ho Şi Minh, Andreas Baader, Mahir Çayan ve en yakın dostu Fidel için tam olarak aynı simge: Tüm gezegenin üstüne yıkılan felaket kapitalizminin cihatçı katiline karşı, büyük insanlığın elinde yeniden kurulan bir dünyanın devrimcisi.
Ancak siyaset bugün dahi yalnızca meşruiyetleri şüpheli, hepsi seçilmişten çok sultanlara dönüşmeye hevesli bu bir grup faşistin icraatlarından mı ibaret? Dün yalnızca saydığımız devrimcilerden mi ibaret? Fransa’da ülkeyi sarsan sokak savaşları, İtalya’da Gazze için başlatılan grevler, Arabistan’da şeriat karşıtı kadın eylemleri, Türkiye’de barikatı aşan gençler, ABD’de komşusunu gümrük polisinden koruyan işçiler, Gazze’de direnen Filistinliler, Macron’dan, Meloni’den, Selman’dan, Erdoğan’dan, Trump’tan ve Netanyahu’dan daha az mı hakiki? Yoksa dünya yanarken foto kameralar önünde pişmiş kelle gibi poz verdikleri sırada bile kadrajın altında tasarlayamadıkları halk tepkilerini bastırabilmek için kendilerini yaratan meşruiyeti bile çiğneyecek kadar korkudan titreyen dizleriyle, suni düşmanlıklar olmasa varlıklarını anlamlandıracak en liberal meşruiyeti bile bulamayacak basiretsiz faşist sürüsü mü? 20. yüzyılın devrimci ikonu Che, tarihe Arjantinli yakışıklı bir gezginden fazlası olarak geçebildiyse bu yalnızca kişisel kahramanlık öyküsüyle değil kuşkusuz Küba’nın, Kongo’nun, Bolivya’nın yoksul halklarının hakikatine inancıyla gerçekleşti. Che, o ünlü konuşmada “Şimdi, tarih Latin Amerika’da yaşayan yoksulları, tarihlerini kendileri yazmak kararında olanları, horlananları hesaba katmak durumundadır” Bugünün hakikati de uluslararası toplantılarda paye verilen eli kanlı cihatçıların değil, emperyalizme, faşizme, neoliberal sömürü düzenine karşı Che olan, horlanan halkların mücadelesiyle gerçekleşecek.
Ernesto, Birleşmiş Milletler için “Emperyalizm dünyanın sorunlarını çözmekten çok bu toplantıyı anlamsız bir hitabet yarışmasına çevirmek istiyor. Bunu yapmalarına engel olmalıyız” diyordu. Bugün ise bu anlamsız hitabet yarışması içerisinde kurtuluş için rehber olmaya devam ediyor. Bu hafta hatırlatmalarda, Birleşmiş Milletler binasını dolduran dinci-gerici faşistler sürüsünün karşı devrimcisi ikonasına dönüşen Golanigillere karşı, yoksul ve sömürü altındaki halkların devrimci mücadelesi içinde yükselen, bizim kahramanımız Che’yi yeniden hatırlıyoruz.
***
DEVRİMLER ÇAĞININ GENÇ ÖĞRETMENİ
14 Haziran 1928’de Arjantin’in Rosario kentinde dünyaya gelen Che Guevara, Latin Amerika’da olağanüstü toplumsal devinimlerin yaşandığı bir çağa henüz küçük yaşlarında tanıklık etti. 20. Yüzyıl, yalnızca uzaklardaki eski kıtada yaşanan devrimlerle değil, aynı zamanda Bolivarcı devrimle, Haiti devrimiyle, Orta ve Latin Amerika’da ABD yayılmacılığına karşı girişilen savaşlarla hazırlanmıştı. Henüz küçük yaşlarda İrlanda’da verilen bağımsızlık mücadelesine merak saldı. Baba evinde İspanya İç Savaşı gazisi Cumhuriyetçi İspanyollarla tanıştı. Tıp okumak için Buenos Aires Üniversitesine girdikten sonra, önce Arjantin kırsalını, ardından baştan aşağı tüm kıtayı motorsikletle gezdi. Bu yolculuk sayesinde, Şilili bakır madencilerinin çalışma koşullarını, Atamaco Çölünün komünistlerini, Peru’nun topraksız köylülerini, cüzzamlı kolonilerini bizzat görme fırsatı buldu. Latin Amerika eşitsizliğin her türlüsünü, tüm kapsamıyla ve en ağır şiddetiyle yaşıyor, Che ise adımladığı her patikada yalnızca öfkelenmiyor, birleşik devrimci bir Latin Amerika tahayyülünü büyütüyordu. Che yalnızca Latin Amerika’nın emekçi halkının ağır şartlarıyla değil, Guatemala’daki ilerici hükümetle, anti emperyalist halk mücadeleleriyle, farklı ülkelerden sosyalistleriyle de tanışma şansı buluyordu. Nitekim ilk ciddi sosyalist mücadele deneyimini yaşadığı Guatemala, aynı zamanda Fideller ile de ilk temasını sağlayacaktı. Üyesi olduğu Halkın Devrimci Amerikası İttifakı ile destek verdiği Guatemalalı sosyalist Arbenz hükümetinin, ABD’nin doğrudan müdahalesiyle devrilerek yerine kontrgerillanın başındaki Amerikancı Armas’ın getirilişine bizzat tanıklık edecek, darbenin arkasındaki Dışişleri Bakanı Dulles’in, Latin Amerika’da bağımsız yönetimlerden en fazla zarar edecek United Fruits Company şirketi hissedarı olduğu hakikati ile emperyalizmin çalışma mekaniğine daha fazla hakim olacaktı. Nitekim Meksika’da bizzat tanıştığı Castro kardeşlerden etkilenerek 26 Temmuz Hareketine katıldığı dönemde, Che’ye göre Küba’da Batista da Amerikan şirketlerinin bir kuklasıydı ve halkın kurtuluşu için ondan kurtulunmalıydı.
***
AMERİKANCI BATİSTA’NIN YENİLİŞİ VE KÜBA DEVRİMİ
Dünyada sol hareketleri en çok etkileyen devrimlerden biri Amerikancı Batista rejimine karşı yapılan Küba devrimidir. Ekonomik bağımsızlık, eşitlik, adalet talepleriyle gerilla örgütlenmeleri şeklinde verilen bu antiemperyalist mücadele, sosyalizmle taçlanır. 1953’te Moncada Kışlası baskınıyla başlayan Küba Devrimi 1 Ocak 1959’da ABD yanlısı diktatör Fulgenico Batista’nın kaçışıyla amacına ulaşır. Fidel Castro komutasındaki güçler 2 Ocak’ta Santiago de Cuba’yı aldılar, aynı gün aynı saatlerde Che Guevara ve Camillo Cienfuegos komutasındaki güçler de başkent Havana’ya girdi. 6 Ocak’ta Castro, Havana’ya ulaştı. Küba’da yeni bir çığır açıldı. 31 Aralık 1958’i 1 Ocak 1959’a bağlayan gece, o sıralarda Küba’nın başında bulunan, ABD yanlısı diktatör Fulgencio Batista, tüm meşruiyetini kaybettiğini ve iktidarda daha fazla duramayacağını anlayınca bir uçağa binip ülkeden kaçtı. Kaçarken, yanına Merkez Bankası’ndan külçe altınları almıştı. Batista rejimi, yolsuzluk, baskı ve ekonomik adaletsizliklerle karakterize ediliyordu.
Devrimden sonraki ilk yıllarda, Castro hükûmeti hızlı bir şekilde radikal reformlar uygulamaya başladı. Toprak reformu, eğitim ve sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması, yabancı şirketlerin millîleştirilmesi gibi adımlar atıldı. Bu politikalar, Küba’nın iç dinamiklerini değiştirirken, aynı zamanda ABD ile ilişkilerin bozulmasına neden oldu. 1961 yılında, Küba’da sosyalist liderliği düşürmeyi amaçlayan bir kontrgerilla planı olarak ABD destekli Domuzlar Körfezi Çıkarması başarısızlıkla sonuçlandı ve bu olay, Küba’nın Sovyetler Birliği’ne yakınlaşmasını hızlandırdı.
Küba Devrimi, tümüyle ABD hâkimiyeti altında biçimlenmiş son derece geri bir ekonomik miras devraldı. Ülke ekonomisi hemen hemen tümüyle tarıma, tarımda ise şekerkamışı üretimine, ticarette ise yalnızca bu ürünün ihracatına bağımlıydı. 1959 Tarım Reformu Yasası’yla öncelikle topraksız köylülere toprak dağıtılmaya başlandı. Şeker üretiminin ekonomideki ve ihracattaki rolü devam etmekle birlikte, Küba’nın ihracat pazarı devrimle birlikte tümüyle değişikliğe uğramıştı. 1962 yılına gelindiğinde ABD’yle yapılan ticaret sıfıra düşmüş, buna karşın devrimin ilk yıllarından itibaren Küba’yla dayanışma içinde olan Sovyetler Birliği’yle yapılan ticaret tüm dış ticaretin yüzde 49,3’üne yükselmişti. Ancak şeker fiyatlarının 1978 yılında düşmesiyle birlikte Küba ciddi bir döviz borcuyla karşı karşıya kaldı. 1982 yılında dış borcunu düzenli ödeyemez hale geldi ve borçlarının yeniden yapılandırılmasına yönelik çeşitli girişimlerin ardından 1986 yılında moratoryum ilan etmek zorunda kaldı. Sanayi üretiminin tamamında ve tarımın yüzde 70’inde sağlanan devlet mülkiyeti ve açılan yeni istihdam alanları sayesinde işsizlik sorunu hızla ortadan kaldırıldı. Toplumdaki eşitsizlik tablosu, 1960’lı yılların ilk yıllarından itibaren hem varlıklar, hem de gelirler açısından radikal bir değişime uğradı ve eşitsizlikler azaltıldı. Ekonomide hâkim kılınan kamu mülkiyeti sayesinde artı değer sömürüsü ortadan kaldırıldı, ücretlere asgari ve azami sınırlamalar getirildi. Sübvansiyonlu fiyatlarla satılan temel ihtiyaç maddelerine herkesin erişebilmesi güvence altına alındı. Tarım alanında kendi kendine yeterlilik sağlanamasa da Küba devrimi, halkın yetersiz beslenme sorununu çözüme kavuşturdu (Nahide Özkan, Küba Dostluk Derneği).
Kuşkusuz Küba devriminin ve Che Guevara’nın SSCB’ye yönelik eleştirileri de biliniyor. Sosyalizm anlayışında yabancılaşmaya karşı farklı bir tutumu olan Che, reel sosyalizme yönelik eleştirileriyle birlikte Küba’nın gelişiminin Sovyetler’e bağımlı olmasının riskini birçok kez konuşmalarında da altını çizmişti. Bu anlamda anti-Amerikan yönü en baskın devrimlerden biri olan Küba devriminin reel sosyalizmden de kendisini ayrıştıran bir yönü olduğu da reddedilemez bir gerçek.
***
KÜBA’DAN SONRASI
Che, Küba’daki görevlerini bırakarak ABD sömürgeciliğine karşı bu kez de Bolivya’da savaşmayı seçti. 9 Ekim 1967’de CIA operasyonu ile sona erecek Bolivya yolculuğuna çıkmadan önce, ailesine yazdığı mektubunda, kendisini Cervantes’in ilham verici kahramanı Don Quixote’a benzetiyordu: “Bir kez daha, kamburu çıkmış Rocinante’min kaburgalarının bacaklarıma dokunuşunu hissediyorum. Gene kalkanımı omuzlayıp yolculuğa koyuluyorum…”
1965 yılında henüz 37 yaşında emperyalizmin zayıf halkalarında devrimi yayabilmek için tüm birikimi ve emeğini Kongo’lu devrimcilere sunan Che, bir yıl sonra kıtadan üzgün ayrılacaktı. Bir yıl önce devrilen ilerici başbakan Patrice Lumumba’nın yerine gelen Amerikancı hükümete karşı yerel savaşçıları örgütlemek ve gerilla savaşı vermek üzere Kongo’da bir yıl kaldı. Ancak hem bilgisini hem askeri kabiliyetlerini sunduğu Simba savaşçılarının, henüz böyle bir gerilla savaşı ve devrim için yeterli olgunlukta olmadığını da bizzat dağlarda çatışma içerisinde öğrenecekti. “Savaşmak istemeyen bir ülkeyi tek başımıza örgütleyemeyiz.” Che, Kongo günlüğüne bu notu tutarken, tekrar Latin Amerika kıtasına yola çıkmıştı. Sırada, Bolivya dağlarında başlayacak bir Latin Amerika devrimi vardı.
Che, 1967 yılında 50 kişilik Bolivya Kurtuluş Ordusuyla resmi orduya karşı öyle başarılı olmuştu ki kimse bu ordunun gerçek sayısına inanmıyor, inanmak istemiyordu. Ancak bu korku, yalnızca Latin Amerika ülkesini değil, ABD’yi sarmıştı. CIA, hızla Özel Aktivite Merkezi ajanlarını Bolivya’ya aktardı. Che, hem Moskova’dan destek gelmemesi, Havana ile iletişimin teçhizat eksikliği sebebiyle kopması ve Bolivya Komünist Partisinin yeteneksizliği sebebiyle, düşmanın atladığı seviyeden habersizdi. Nitekim birlikte hareket etmek istediği yerel hareketler de kırı örgütlemekte başarısız oluyor, köylüler içerisinde muhbir sayısı artıyordu. Bu muhbirlerden biri, 7 Ekim 1967’de yılında Che ve Kurtuluş Ordusunun bulunduğu gerilla kampının yerini CIA’ya bildirdi. Bundan sonrası, Che’nin yaralı halde yakalanması, kendisini yakalayan Bolivya Ordusunun yaralı tutsağı iken bile konuşabildiği halktan herkesi, köy öğretmenlerini, genç askerleri örgütlemeye çalışması, ardından da gözünü kırpmadan idama yürümesi oldu. Olası bir yargılamanın yaratacağı infialden korkan Bolivya hükümeti, Che’yi alelacele katledip, ardından ölü bedenini bir zafermiş gibi basına servis ederken, özellikle bu cinayetin başrolleri, akıbetlerinden habersizdi. Che ise kendisine ölümsüzlüğünü soran askere, “Ben devrimin ölümsüzlüğünü düşünüyorum” diyecek kadar sakindi. Nitekim bugün Che’nin ölümsüzlüğü, uğruna savaştığı halkların sömürücülerine karşı mücadelesinin ve devrim hakikatinin ölümsüzlüğü. Che, tüm ömrünü adadığı mücadelesiyle, 58 sene sonra hala hayatta olan, 21. Yüzyılın tüm canavarlarına karşı panzehir olarak milyonların zihninde yaşayan devrim fikrinin en cesur ve en yakışıklı iz düşümü. Daima!
***
ERNESTO CHE GUEVARA’NIN 11 ARALIK 1964 TARİHLİ BİRLEŞMİŞ MİLLETLER KONUŞMASINDAN:
Emperyalizm dünyanın sorunlarını çözmekten çok bu toplantıyı anlamsız bir hitabet yarışmasına çevirmek istiyor. Bunu yapmalarına engel olmalıyız.
Buna hakkımız olduğunu, bunun görevimiz olduğunu düşünüyoruz çünkü ülkemiz dünyada en ciddi anlaşmazlıkların yaşandığı noktalardan birinde bulunuyor. Küçük ülkelerin egemenlik hakkının gün gün, dakika dakika, teste tabi tutulduğu yerlerden birindeyiz. Aynı zamanda ülkemiz, ABD emperyalizminden yalnızca birkaç adım uzaklıkta yer almasıyla özgürlüğün siper noktalarından biridir ve her gün insanlığın kendini özgürleştirebileceğini ve özgür kılmaya devam edebileceğini eylemleriyle göstermektedir.
Elbette artık her geçen gün daha da güçlenen ve güçlü mücadele silahları edinen bir sosyalist kamp da bulunuyor. Ancak hayatta kalabilmemiz için içerideki birliğin korunması, kendi kaderimize inanç, bir ülkenin savunulması ve devrim için ölümüne savaşabilme iradesi gibi şartlar da gerekiyor. Değerli delegeler, bu şartlar Küba’da mevcuttur.
Sosyalizmi inşa etmek istiyoruz. Barış için mücadele edenlerin destekçisi olduğumuzu ilan ettik. Marksist Leninist olsak da bağlantısız ülkeler grubuna dahil olduğumuzu ilan ettik çünkü bağlantısız ülkeler de bizim gibi emperyalizme karşı savaşıyor. Biz barış istiyoruz. Halkımız için daha iyi bir yaşam inşa etmek istiyoruz. Bu yüzden Yankilerin şu ana kadar ürettiği provokasyonlara kapılmadık. Ancak onları yönetenlerin düşünce yapılarını biliyoruz. Barış için çok ağır bir bedel ödememizi istiyorlar. Bizse bu bedelin onurumuzun sınırlarını aşamayacağını söylüyoruz.
Küba, değerli delegeler, kendisini başkalarına bağlayan hiçbir zinciri olmayan özgür ve egemen bir ülkedir. Topraklarında yabancı yatırımlar, politikasını belirleyen üst valiler yoktur… Örneğimiz, kıtamızda meyvelerini verecektir ve şimdiden Guatemala’da, Kolombiya’da ve Venezuela’da bunları bir ölçüye kadar görebiliyoruz.
Küçük düşman ya da dikkate değer olmayan bir güç yoktur çünkü artık izole bir halk kalmamıştır. 2. Havana Deklarasyonu’nda belirtildiği gibi:
Latin Amerika’daki hiçbir ulus zayıf değildir çünkü her biri aynı acıları yaşamış, aynı hisleri barındıran, aynı düşmana sahip, daha iyi bir gelecek için aynı hayalleri olan ve dünya genelinde dürüst erkek ve kadınların dayanışmasına güvenen 200 milyonluk bir kardeşliğin parçalarıdır.
Bu destan, aç Yerliler, topraksız köylüler, sömürülen işçiler tarafından yazılacaktır. Kanayan Latin Amerika topraklarında sayısı çok olan ilerici kitleler, dürüst ve parlak entelektüeller tarafından yazılacaktır. Kitlelerin ve fikirlerin direnişi. Emperyalizm tarafından horlanan ve küçümsenen; uykusundan uyanmaya başlayan halklarımız tarafından geleceğe taşınacak bir destan. Emperyalizm bizi zayıf ve itaatkar bir sürü olarak gördü ancak şimdi o sürüden korku duyuyorlar. Yankilerin tekelci kapitalizmi artık 200 milyonluk Latin Amerikalıları mezarlarını kazacak devasa bir sürü olarak görüyor.
Artık kıtanın bir ucundan diğerine onlar kendi zamanlarının geldiğini gösteriyor. Şimdi bu isimsiz, renkli, kasvetli, suskun Amerika, kendi tarihini kanıyla yazmaya başlıyor, onun için direniyor ve ölüyor.
Çünkü şimdi Amerika’nın dağlarında, ovalarında, ormanlarında, yaylalarında, kırsalında ya da şehirlerindeki trafik karmaşasında, büyük okyanusların veya nehirlerin kıyısında, dünya titriyor. Kendilerine ait olan ne varsa onun uğruna canını vermeye hazır, 500 yıldır şunun bunun tarafından birer birer gasbedilen haklarını yeniden almaya hazır, arzulu eller ileriye doğru uzanıyor. Şimdi, tarih Latin Amerika’da yaşayan yoksulları, tarihlerini kendileri yazmak kararında olanları, horlananları hesaba katmak durumundadır. Onlar şimdi yolda, yayan, her gün, yüzlerce kilometrelik bitmek tükenmek bilmeyen bir yürüyüşle yönetim “doruğuna” ulaşmaya, haklarını elde etmeye doğru gidiyorlar.
Onlar şimdi silahlı. Taşlarla, sopalarla, bıçaklarla, şu ya da bu yönde, her gün topraklan işgal ediyor, kendilerinin olan toprağa daha da sarılıyor, onu canları pahasına olsa dahi hiç korkmadan savunuyorlar. Onlar şimdi pankartlar, bayraklar, sloganlar taşıyor, bunları dağların rüzgarında, ovalar boyunca dalgalandırıyorlar. Adalet isteyen bu öfke dalgası, bastırılmış kinlerin, ayaklar altına alınmış hakların bu kabaran dalgası, Latin Amerika topraklarından yükselen bu devrim dalgası hiçbir zaman durmayacak, yenileri eklenerek devam edecektir. Geçen her gün, bu dalga daha da büyüyecektir. Çünkü en büyük sayıdan, her yönüyle çoğunluktan, emeğiyle zenginlikleri biriktirenlerden, değerleri yaratanlardan, tarihin tekerleklerini döndürenlerden, uyutulduktan sersemletici uzun uykudan artık uyananlardan oluşmaktadır.
Bu büyük insan kitlesi artık “Yeter” demiş ve yürüyüşüne başlamıştır. Ve bu dev yürüyüşleri daha önce uğruna birden fazla kez öldükleri gerçek bağımsızlığa ulaşana kadar durdurulamayacaktır. Ancak bugün ölenler Domuzlar Körfezi’nde ölen Kübalılar gibi ölecektir. Onlar kendi gerçek ve asla teslim olmayacak bağımsızlıkları için ölecekler.
Tüm bu olanlar, sayın delegeler, tüm kıtanın bu yeni iradesi, kitlelerimizin mücadele kararlılığının dile getiriliş şekli olan, istilacının silahlı kolunu felce uğratan çığlıkla özetlenebilir. Bu çığlık, tüm dünya halklarınca, özellikle de Sovyetler Birliği’nin liderliğindeki sosyalist kamp ülkelerinde anlaşılmış ve benimsenmiştir.
Bu çığlık: “Ya vatan ya ölüm”dür.