32. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin en önemli bölümlerinden biri ‘Çukurova Altın Koza Akademi’ idi. Önemi, sinemamızın geleceğini belirleyecek gençlerin bir araya gelip film izlediği, sinema tartıştığı bir platform olmasından kaynaklanıyor. Festivaller yalnızca filmlerin yarıştırıldığı, ciddi para ödüllerinin dağıtıldığı ortamlar olmamalı. Dünya festivalleri arasındaki yarışmada, verdikleri ödüllerin büyüklüğü bir ölçüt olarak görülmüyor. Festivaller, yaratıcılığı kışkırttıkları, sinemasal üretime zemin hazırlayan ortamlar yarattıkları oranda sinema dünyasındaki konumlarını pekiştiriyor. Birçok festival, senaryo ve ortak yapım atölyelerinin yanı sıra, sinemacıların ufkunu zenginleştirecek tartışmalara yer veriyor. Bizim belli başlı festivallerimiz (İstanbul, Antalya ve Adana) bu evrensel ‘trend’i göz ardı etmiyor. Çukurova Film Akademi fikrini ortaya atıp, geliştiren Festival Yürütme Kurulu Üyesi ve Genel Koordinatörü İsmail Timuçin’i ve Akademi’nin koordinatörü Akın Kılıç’ı kutlamak isterim.
Adana’nın bu yılki ‘Akademi’ programında sinemamızın güncel sorunları ele alındı. ‘Dijital Platformlarda İçerik Geliştirme ve Yayın Süreçleri’ festivalin ana sponsoru GAIN’in içerik sorumluları tarafından hayata geçirildi. Zeynep Ünal’ın moderatörlüğündeki ‘İlk Filmin Yolculuğu’ panelinde geçen yılın önemli filmlerinden Doğuş Algün’ün ‘Ölü Mevsim’inin yapım süreci ele alındı. ‘Gişenin Geleceği ve Sinemanın Geleceği’ panelinde yönetmen Murat Şeker, sinema salonu sahibi Cenk Sezgin ve yapımcı-dağıtımcı Ersan Çongar vardı. ‘Hikayenin Belgesel Hali’ni BSB Başkanı Bahriye Kabadayı anlattı. Mehmet Güreli’nin “Sisler Bulvarından Geçtim: Biket İlhan”, Özcan Alper’in “Bölük Pörçük: Bir Tuncel Kurtiz Biyografisi”, Ceylan Özgün Özçelik’in “Hiçbir Şey Normal Değil” filmleri yönetmenlerinin katılımıyla tartışıldı.
GERÇEK İLE KURMACA ARASINDA
Çukurova Akademi’nin en ilginç panellerinden biri ‘Gerçek ile Kurmaca Arasında Hakikat ve Sinema’ başlığını taşıyordu. Değerli siyaset bilimcisi-yazar Tanıl Bora’nın moderatörlüğünü üstlendiği panelde iki yönetmen Reha Erdem ile Tufan Taştan konuştu. Tanıl Bora, post-modern dünyada kurgu ile gerçeğin birbirine karıştığını vurgulayarak sözlerine başladı ve bu duruma örnek olarak, Belediye Başkanı Zeydan Karalar’a yönelik davayı gösterdi. Bora, ‘Hakikat sonrası zihniyet’ olarak dilimize aktardığı ‘post-modern’ anlayışta gerçeğin ‘gerçek’ olması gerekmediğini, işimize yaradığı şekilde kurgulanabildiğini anlattıktan sonra, sosyal medyada kurgusal varoluşların gerçek etkiler yarattığını, gençlerin ‘kurgulanmış bir ligde oynamayı’ sevdiğini, üzerimize her gün medyada sayısız kurgunun boca edildiğini söyledi.
Kurgu sözcüğünün kuram, kuralla kökteş olduğunu anlattıktan sonra, ‘kurguya itibarını iade edelim’ diyen Bora, kurgunun aynı zamanda inşa etmek, hikaye oluşturmak anlamını taşıdığını belirtti. Kurgu ile hakikat arasındaki anlam farkına işaret eden Bora, “hakikat gerçeğin üzerindedir; gerçeği hakikat düzeyine çıkartmak için kurgu gerekir” dedi ve ekledi “Gerçek yetmediği için siyaset var, sinema var”…
Bu önemli felsefi saptamanın ardından sözü alan Reha Erdem sözü sinemada gerçekçiliğe getirerek “Sanatın baş düşmanı gerçekçiliktir bana göre” diyerek, sinemanın öncüleri Lumiere ve Melies’in yaklaşımları arasındaki farka değindi. Sinemamızın önde gelen ‘auteur’lerinden biri olan Reha Erdem’in sinemasına saygım sonsuz ama oturumdaki konuşmasına katılmam mümkün değil. Gerçekçiliğin Rönesansla başladığı savını ortaya atan Erdem (kanımca mağara resimleri ile başlamıştır gerçekçilik), Melies’in gerçeğin ötesinde yeni bir gerçeklik yarattığı için önemli olduğunu söyledi. Doğrudur, ama bu saptama Lumiere kardeşlerin açtığı yolu, gerçekçi (giderek toplumcu gerçekçi) sinemayı, belgesel sinemayı küçümseme noktasına varmamalı.
Reha, ‘narrasyon’, cevap gerektiren bir şey; oysa soru sormak gerekiyor diyerek, cevaplar sunan sinemayı ‘göstermediği her şeyi yok eden’ bir sinema olarak nitelendiriyordu. Konuşması “Gerçekçiliğin toplumsal olanı en beteri!” sözleri ile iyice provokatif bir nitelik kazandı (nitekim izleyiciler arasında bulunan Güney dergisi yöneticileri bu sözlere tepki göstermekte gecikmediler). Bir soru üzerine, “Yılmaz Güney’e toplumcu gerçekçi demek ayıp olur. Umut filmi sinemamız için beklenmedik bir şeydi” diyen yönetmen “çerçevenin dışındakileri anlatan, zamansal ve mekânsal devamlılığı kıran, bütünlüğünü devamlılıktan almayan” filmlerden, “hayal kurduran” bir sinemadan yana olduğunu vurguladı.
Panelin diğer konuşmacısı Tufan Taştan, aynı keskinlikte değildi ama o da mesaj veren filmlerden yana olmadığını, genel hatları ile Reha’ya katıldığını söyledi. “Sen Ben Lenin”in yönetmenin sinema anlayışı Reha’nın yaklaşımıyla o denli örtüşmüyor kanımca. Anti-tezi savunsaydı panel daha heyecanlı olabilirdi. Sinemada ‘klasik anlatı’nın modası geçmiş olabilir, yönetmenlerimiz ‘post-modern’ dünyanın ürünü olan genç izleyici kitlelerinin beklentilerinden, dünya sinema ortamının değişen değerlerinden etkilenmişlerdir mutlaka, ama dünya görüşü olarak Marksizmi benimsemiş bir sinemacı toplumcu gerçekçi bir sinemayı savunabilmeli diye düşünüyorum. Elbette, her sinemacı kendi sinema anlayışını ve dilini özgürce kurmalı, ‘kanon’ları tartışmaya açabilmeli, ama başka arayışlara da saygı göstermeli… Reha Erdem’in filmlerini çok sevdiğimi, Tufan’ı ilk filmiyle sinemamıza yeni bir soluk getirecek bir sinemacı olarak değerlendirdiğimi belirtmek isterim. Bu çeşitlilik, zenginlik olmasa, tek tip bir sinemaya mahkum olmaz mıyız? Belgesel sinemanın ustalarını, günümüz sinemasında örnekleri giderek çoğalan ‘hibrit’ (kurmaca ile belgeseli kaynaştıran) yaklaşımları göz ardı etmiş olmaz mıyız?