The Graduate (Yeni Mezun) filminin düşündürdükleri
The Graduate (Yeni Mezun) filminin final bölümünden bir fotoğraf
Batı dünyasında 1968 devriminin en önemli sonucu, gençliğin baskıcı geleneklerden ve toplumsal yapılardan özgürleşmesidir.
Bu özgürleşme süreci, sadece sokaklarda ve üniversitelerde değil, sinema salonlarında da kendisini gösterdi. 1967 yapımı The Graduate, bu dönemin ruhunu sinemaya taşıyan en önemli yapıtlardan biri oldu. Film, gençliğin toplumsal rollerle, aile beklentileriyle ve kendisini tanımlama çabasıyla yaşadığı çatışmayı, hem bireysel hem de kültürel düzeyde işliyordu. Yönetmen Mike Nichols’un filmi, bu çatışmayı sadece bireysel bir hikâyede anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda bir neslin sesi oluyordu.
The Graduate (Yeni Mezun) filmi, geleneklere ve yapılara başkaldırarak aşkın peşinden koşan iki gencin hikayesidir.
Ama bu aşk, romantik bir kaçıştan çok, bir tür kimlik arayışının parçasıdır. Benjamin Braddock’ın Mrs. Robinson ile yaşadığı yasak ilişki, aslında sistemin kendisine dayattığı yapay düzenin bir yansımasıdır: ne yapacağı belli olmayan, ailesinin beklentilerine mahkûm edilmiş bir gencin, kendisini anlamlandırmak için seçtiği en radikal yollardan biridir. Ancak Elaine’e duyduğu aşk, bu yapaylığa karşı bir başkaldırıya dönüşür. Elaine, Benjamin’in içinde bulunduğu boşluk ve anlamsızlığa karşı bir çıkış kapısıdır. Ancak bu çıkış da kolay değildir: aşk, burada sadece duygusal bir birleşme değil, aynı zamanda bir tür etik ve politik tercihtir. Geleneklere başkaldırı, sadece bir kaçış değil, yeni bir düzen arayışıdır.
Gençlerin hissettiği hem umudu ve isyanı, hem de belirsizliği ve tedirginliği film boyunca biz de hissederiz.
Bu duygular, filmde sık sık görsel dil aracılığıyla aktarılır. Benjamin’in boş yüzme havuzundaki sahneleri, içinde bulunduğu durağanlık ve anlamsızlığı mükemmel bir şekilde yansıtır. Su, hem bir sığınak hem de bir hapishanedir: Benjamin, suyun altında sessiz bir dünya kurar, ama bu dünya da geçicidir. Kameranın kullandığı yakın planlar, karakterlerin iç dünyalarını dışa vururken; geniş açılı sahneler, onların çevreleriyle olan yabancılaşmasını vurgular. Film, izleyiciyi bir tür “duygusal zaman yolculuğuna” çıkarır: 60’ların sonunda, her şeyin eskisi gibi olmadığını ama yeni olanın da henüz doğmadığını hissederiz. Bu arafta kalmışlık, sadece Benjamin’in değil, tüm bir neslin trajedisidir.
Özellikle Dustin Hoffman’ın performansı, bir yanda umut ve isyan, öte yanda belirsizlik ve tedirginlik duyguları arasında gidip gelen genç bir adamın unutulmaz bir portresini çizer.
Hoffman, o dönemde Hollywood’un tipik yakışıklı başrol erkek karakterlerine karşı bir tepki olarak doğan bir anti-kahramanı canlandırır. Benjamin, sürekli olarak “ne yapmalı?” sorusunun cevabını ararken, seyirci de onunla birlikte kendisini sorgular. Hoffman’ın beden dili, yüz ifadeleri ve ses tonu, bu içsel çatışmayı ince ince işler. Özellikle son sahnede, Elaine’i nikahtan kaçırıp otobüse bindiklerinde yüzündeki ifade: bir anlık zafer, ardından gelen boşluk ve “peki şimdi ne olacak?” sorusu… Bu sahnede Hoffman’ın yüzü, sadece bir karakteri değil, bir çağın ruhunu dışa vurur. Ve bu ruh, bugün hâlâ bizimledir: belirsizlik içinde yaşayan, ama yine de bir şeyin değişmesini umut eden herkesin hikâyesi.
Filmi, Mike Nichols yönetmiş. Başrolleri Dustin Hoffman, Anne Bancroft ve Katharine Ross oynamış.
Mike Nichols, tiyatro kökenli bir yönetmen olarak, karakterlerin iç dünyalarını sahneye taşımada büyük bir ustalık gösterir. The Graduate, onun sinema dilini yeniden tanımladığı bir yapımdır. Nichols, geleneksel anlatı yapısını yıkarak, karakterlerin iç çatışmalarını ön plana çıkarır. Anne Bancroft’un canlandırdığı Mrs. Robinson, sadece bir “yasak aşk” figürü değil, aynı zamanda sistemin kendisini temsil eden bir karakterdir: soğuk, hesaplı, ama bir o kadar da kırılgan. Katharine Ross’un Elaine’i ise, Benjamin’in kaçışında bir “kurtarıcı” değil, bir ortaktır. Üçlü arasındaki gerilim, sadece bir aşk üçgeninin değil, aynı zamanda bir nesil çatışmasının da metaforudur: eski dünya, yeni dünya ve aralarında kalmış bir gençlik.
Bu ikonik filmin müzikleri de, en az film kadar ikonik: Paul Simon yapmış filmin müziklerini. Paul Simon, sonradan dillere düşecek Mrs. Robinson, Sound of Silence gibi şarkılarını bu film için bestelemiş.
Bu şarkılar, filmin duygusal atmosferini oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda bir tür anlatıcı gibi de işlev görür. “The Sound of Silence”, filmin açılışında Benjamin’in hareketsiz yüzü üzerinden çalarak, onun içinde bulunduğu ruhsal boşluğu mükemmel bir şekilde yansıtır. “Mrs. Robinson” ise, başlarda bir karakterin adıymış gibi görünse de, zamanla bir tür kültürel eleştiriye dönüşür: “Tanrıya ne oldu, bizi bıraktı mı?” sorusu, 60’ların sonunda Batı dünyasında yaşanan manevi boşluğu dillendirir. Simon & Garfunkel’ın müziği, filmin görsel diliyle öyle bir bütünleşir ki, şarkılar olmadan film düşünülemez hale gelir. Ve bugün hâlâ, bu şarkılar çalındığında, bir otobüsün arka koltuğunda oturan iki gencin yüzündeki o belirsiz ama umut dolu ifade gelir gözümüze.
Filmin final sahnesini, yorumlarıyla birlikte aşağıdaki bağlantılardan izleyebilirsiniz:
Instagram:
X:
Gençliğin Umudu ve Tedirginliği was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.