Geçmişin muhasebesi, geleceğin inşası

Gürkan AKGÜN – Silivri Cezaevi, 9 no.lu / C-64

Mevcut siyasi iktidarın kentleşme ve çevre politikaları açısından muhasebesini yapmak isteyenlere, yıl içerisinde meclisten geçen Maden Yasası ile ilgili düzenlemenin metnine bakmalarını tavsiye ederim. Hani şu zeytin alanlarının sökülmesi ile birlikte kamuoyunun gündemine gelen… Sermayenin önündeki engelleri aşmak, yatırımlarını hızlandırmak uğruna; nokta atışı, açık bir niyet beyanı. Korunması gereken doğal yaşam alanlarını, ekolojik varlıkları piyasadaki değerine göre anlamlandıran; imar planlarını, ÇED süreçlerini birer prosedüre dönüştüren, kırsal-yerel kalkınmanın önüne ulusal/uluslararası sermayenin öncelikli taleplerini koyan, demokratik katılımı yok sayan, bu arada da kaçak inşaatlara imar affı getiren bir düzenlemeden bahsediyoruz. O yüzden tekrar tekrar dönüp bakmakta, Meclis’ten canhıraş bir mücadeleyle nasıl geçirildiğini aklımızda tutarak, işlerin gelecekte nerelere varabileceğini düşünüp vaziyet almakta fayda var. 

Geride bıraktığımız senenin ülke ve dünya gündeminin son derece yoğun, takip edilmesi zor ve bir o kadar da can sıkıcı olduğuna dair şüphe yok. İstanbul, yine merkezi iktidarın gündeminden düşmedi. Hele ki seçilmiş Büyükşehir Belediye Başkanı, birçok ilçe belediye başkanı, yönetici kadroları tutuklu iken. Ancak şunu belirtebilirim ki, her geçen gün bazı eşikler atlanmaya devam ediyor. Mesela biz şimdiye kadar, her ne olursa olsun su havzaları imara açılmaz, buralarda kaçak inşaat ile topyekûn bir mücadele verilir diye düşünürdük. Yanlış düşünmüşüz, eski Türkiye’de kalmışız meğer. Bu yıl içerisinde İstanbul’un Avrupa yakasındaki önemli su kaynaklarından biri olan Sazlıdere Barajı Havzası “Kanal İstanbul ve Yenişehir” projesi kapsamında, TOKİ eliyle betona boğuldu. İşin daha da kötüsü; İstanbul’un son kalan tarım alanları, bomboş mera alanlarının, su havzasının ortasına yapılan bu inşaatlar «sosyal konut» adıyla meşrulaştırılmaya çalışılıyor. 

Planlama, artık zaten tamamlanması gereken evrak işinden ibaret. Özellikle İstanbul’un kamu arazilerinde Bakanlık eliyle yapılan, rant odaklı, mevcut imar planlarının bütünlüğünü bozan, şehircilik ilkelerine aykırı plan değişiklikleri tüm hızıyla sürüyor. Ülkenin adalet ve hukuki denetim sorunu burada da tüm gerçekliği ile yüzümüze çarpıyor. Mahkemelerce alınan iptal kararları, imar planları yeniden ve yeniden, çok ufak değişikliklerle yapılarak yok sayılıyor ve bu arada da inşaatlar çoktan bitmiş oluyor. Öyle ki bir örnek vermek gerekirse, Bakanlığın kamuoyuna sertifika vererek ev sahibi olma ile duyurduğu “Damlakent Projesi” ilan edildiğinde bölgenin imar planları İBB’nin açtığı dava sonucu iptal edilmişti. Bölge dediğim, Başakşehir’de imara açılan devasa Askeri Alanın küçük bir kısmı. Yani imar planı olmayan bir yer, hiç öyle değilmiş gibi halka satıldı. Bir önemi var mı? Yok! 

Yerel yönetimlerin yetki ve bütçe açısından cendereye alındığı, muhalefet belediyelerinin ise doğrudan içeriye atıldığı bir dönemde kentlerimiz; eşitsizlik üretmeye devam ediyor. Bu rasyonel olmayan kentleşmenin maliyeti de, sorunları da halkın sırtına yükleniyor. Barınma krizi olarak yükleniyor, susuzluk olarak yükleniyor, trafikte geçirilen saatler, depremde kaybedilen ama hesabı verilmeyen canlar olarak yükleniyor. Bir avuç insan ise zenginliğine zenginlik katmaya devam ediyor. 

O yüzden tüm bu gelişmeleri bütünlüklü olarak ele alan siyasi bir perspektife ihtiyacımız var. Kentleşme ve çevre konularında münferit karşı çıkışlar, hukuki-teknik mücadelelere sıkışan süreçler; ortak bir siyasetle; geleceğe yönelik eşitlikçi, dayanışmacı, özgürlükçü, demokratik ve refah yaratan/adil bölüşen bir tahayyülle birleştirilmediğinde kaybetmeye mahkum hale geliyor. Şayet insanca yaşam için güvenceli bir iş ve ücret mücadelesini; depreme dayanıklı bir evde barınma hakkına sahip olma talebi ile birleştirebilirsek; ücretsiz nitelikli, bilimsel eğitim hakkını, kamusal alanların rant odaklı projelere değil; eğitim, sağlık, yeşil alan gibi hepimizin ortak ihtiyaçları adına kullanılabilmesini sağlayabilmek adına birlikte savunabilirsek başarabiliriz. 

Demokrasi mücadelesini, kentlerin geleceğinde, planlarında söz ve yetki hakkına sahip olma yolunda geliştirebilirsek; kamusal hak talepleri ile birleştirip politikleştirebilirsek gelecek adına umut var demektir. Ve umut, asla bitmez!