Emine Uçar İlbuğa – Prof. Dr.
Adana Altın Koza ve Antalya Altın Portakal Film Festivalleri sona ererken, geriye yalnızca ödül listeleri değil, aynı zamanda ulusal sinema nereye gidiyor sorusu bu yıl her zamankinden daha güçlü biçimde öne çıktı. 32.Adana Altın Koza Film Festivali’nin ulusal yarışma kategorisinin büyük kazananı Pelin Esmer’in O da Bir Şey mi? filmi olurken, 62. Altın Portakal Film Festivali’nde yönetmen Seyfettin Tokmak’ın çocuk ve hayvanlara şiddet, iş güvencesi, emek sömürüsü, devlet, aile gibi kurumsal yapıları tartışmaya açtığı distopik bir evrende dış dünyanın sert, yok edici gerçekliğine karşı hayata tutunmaya çalışan bir çocuğun mücadelesini konu edindiği ikinci uzun filmi Tavşan İmparatorluğu ödüllerin büyük bölümünü kazandı.
Öte yandan, Adana’da olduğu gibi 62. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde de yarışma filmlerine dair değerlendirmelerde festival izleyicileri arasında belirgin yaklaşım farklılıkları öne çıktı. Antalya’da yarışma filmlerinin gösterimlerinin ardından fuaye alanlarında, kahve molalarında ya da söyleşiler sırasında sinemacılardan akademisyenlere, gazetecilerden sıradan izleyicilere pek çok kişinin filmler hakkında birbirinden oldukça farklı görüşler dile getirdiği gözlendi. Bir grubun ‘çok iyi’ bulduğu bir film, bir başka grup tarafından sert biçimde eleştirildi. Belki de uzun zamandır ilk kez, ulusal yarışma filmleri arasında tüm izleyicilerin üzerinde uzlaştığı tek bir ‘favori’ film öne çıkmadı.
Özcan Alper’in Doğu Avrupa ülkelerinden genç kadınların kayıt dışı yollarla taşıyıcı annelik yapmaya sürüklenmesini bir yol hikâyesi üzerinden anlattığı Erken Kış, Tunç Davut’un Kesilmiş Bir Ağaç Gibi filminde Suriyeli göçmen bir kadının esrarengiz kayboluşu ve geride kalan çocuklarının öyküsü ile Ziya Demirel’in yalnız yaşayan bir kadının sosyal medya üzerinden dolandırılmasını altı bölümde işlediği En Güzel Cenaze Şarkıları, bütünlüklü hikâyeleriyle dikkat çeken yapımlar arasında yer aldı. Ancak genel olarak festival seçkisinde yer alan filmler üzerine yürütülen tartışmalar, Türkiye sinemasının bugünü ve geleceği adına da önemli bir sorgulamayı gündeme taşıyor. Zira uluslararası yarışma bölümünde hem jürilerin hem de izleyicilerin beğenilerinin büyük ölçüde örtüştüğü görülürken, aynı uyumun ulusal yapımlarda sağlanamaması “neden ortak bir beğeni zemini oluşamıyor?” sorusunu kaçınılmaz kılıyor. Bir diğer önemli nokta ise, festivallerde yarışan ulusal filmlerin konu seçimleri güçlü olsa da senaryo bütünlüğü açısından belirgin sorunlar taşıdığı gerçeği. Hikâyedeki aksayan noktalar, tek başına görüntü estetiği ya da diğer teknik yeterliliklerle aşılamıyor. Bu durum da ulusal sinemanın temel sorunlarından biri olarak karşımızda duruyor.
EMİNE YILDIRIM FANTASTİK TÜRDE İLK FİLMİ GÜNDÜZ APOLLON GECE ATHENA İLE ULUSAL SİNEMAYA YENİ BİR SOLUK GETİRİYOR
Senarist ve yapımcı Emine Yıldırım ilk uzun filmi Gündüz Apollon Gece Athena’nın prömiyerini 37. Tokyo Uluslararası Film Festivali’nde yaptı ve Asya’nın Geleceği bölümünde En İyi Film ödülünün sahibi oldu. Adını Antik Side kentinde bulunan Apollon ve Athena tapınaklarından alan film ardından 32. Altın Koza Film Festivali ulusal yarışma seçkisinde yer aldı. Yönetmen Yıldırım Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Müzik ve Kadir Beycioğlu Jüri Özel Ödüllerini kazandı. 62. Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamında ise özel gösterimle izleyicilerle buluşan Gündüz Apollon Gece Athena hikayesinden, stiline, oyunculuğundan Türkiye’nin siyasal manzarasına, kadın perspektifinden mitolojiye kurmuş olduğu fantastik dünya ile bu yılın belki de çok katmanlı filmlerinden biri olurken, müziği, sade ve etkileyici oyunculuğu, inceden Türkiye siyasal tarihine yaptığı göndermelerle içinde yaşadığımız dünyanın karanlık yanlarını bugüne taşırken, mizahi dili ile izleyiciyi de yormadan düşündürebilmeyi başarıyor.
SİDE ANTİK KENTTEN TÜRKİYE YAKIN TARİHİNE UZANAN YOLCULUK
Yetimhanede büyüyen ve insan ilişkileri iyi olmayan Defne’nin hayatı, başına aldığı darbe sonucu değişir. Yeryüzünde takılı kalmış antik dönemlerden ve Türkiye’nin yakın tarihinden hayaletlerle iletişim kurabilme yetisine sahip olan Defne (Ezgi Çelik) annesinin hayaletini bulmak için Side antik kentine gelir. Defne’nin annesine ulaşmak için çıktığı bu yolculuk bir yandan onu zorlu yüzleşmelere, öte yandan yeni dayanışmalarla tanıştırarak dönüşmesine öncülük eder. Film izleyiciyi de Türkiye politik manzarasının eşlik ettiği hafıza mekanlarında şiirsel, fantastik bir yolculuğa çıkarırken, Defne’nin geçmişine ilişkin yolculuğunu Türkiye’nin yakın geçmişi ile bütünleştirmeyi başarıyor. Sevgilisi 1980 Askeri Darbesi nedeniyle yurtdışına sığınan ve karnında bebeği ile tek başına mücadele etmek zorunda kalan Samiya (Lale Mansur), ölmüş eşi Hayri’nin (Halil Düzenli) ruhu ile baş etmek zorunda kalan pansiyoncu Selma (Deniz Türkali), Galatasaray Lisesi önünde kayıp annelerin mücadelesinin bir parçası olan Hüseyin’in (Barış Gönenen) ruhu filmde somutlaşmış gerçeklikleri ile öne çıkıyor. Filmde Defne her ne kadar çevresindekilerle uyumlu bir ilişki kuramasa da diğer insanların göremediği şeyleri görebiliyor ve yakınındaki hayaletlerle konuşabiliyor, onların dünyasını izleyiciyle birlikte tanıyor. Defne antik kalıntılarda yaşayanlarla iletişim kurmaya çalışan ve dünyada asılı kalan hikayeleri yarım kalmış huzursuz ruhlarla dolu Side’de bıkmadan usanmadan annesini aramaya devam ediyor. Ona bu yolculukta faili meçhul Hüseyin, Nazife (Selen Üçer) ve Antik dönemden bir rahibe (Gizem Bilgen) eşlik ediyor. Filmdeki karakterlerin her birinin hikayesi aslında Anadolu’nun tarihinden de kesitler içeriyor, çünkü çağlar boyu sorunlar aynı ve mücadele de devam ediyor. Emine Yıldırım ataerkil toplumda kadın olmak, kutsal annelik, faili meçhuller ve geride kalanların devam eden mücadeleleri, dayanışma ve karşılıksız sevmenin koşullarını büyülü gerçekçi bir dille sinema perdesine aktarıyor. Film, minimal oyunculuk, mekân seçimi, müziği gibi, hikayesi ile abartılı bir dilden uzak, seçilmiş ya da biyolojik aile, yalnızlık kendi yolunu çizen bir kadın olmanın koşulları ve sonuçları hakkında pek çok şey söylüyor ve izleyiciyi hem duygusal olarak etkisine alıyor hem de filmle birlikte düşünmeyi mümkün kılıyor.
Son söz yerine; Emine Yıldırım bu ilk filminde ‘kutsal annelik’ algısından faili meçhul kayıplara, Anadolu’nun köklü geleneklerinden mitolojik öğelere uzanan çok katmanlı konuları ve kurduğu gerçeküstü atmosferle toplumsal acılara değinirken özgün ve çarpıcı bir anlatı ortaya koyuyor.