Fenerbahçe’nin isyanı değil, isyanın Fenerbahçesi

Futbol takımlarının siyasal sembollere, tribünlerin ise siyasal mücadele alanlarına dönüşmesi, sporun temel işlevinin tarihsel bir yansımasıdır. 1936 Berlin Olimpiyatları’nda siyahi ABD’li atlet Jesse Owens’ın, Aryan ırk propagandası yapmayı düşleyen Hitler’in önünde kazandığı altın madalyalar; 1968 Meksika Olimpiyatları’nda Tommie Smith ve John Carlos’un kürsüde verdikleri “Kara Güç” selamı bu duruma verilebilecek en bilinen örneklerdir. Seksenli yıllara kadar olimpiyatlar, Sovyet Bloku ile kapitalist dünya arasında bir güç mücadelesi olarak yapıldı. Maradona’nın 1986 Dünya Kupası’ndaki “Tanrı’nın Eli” golü, Falkland yenilgisinin intikamı değil miydi?

Sonra kapitalizm spora el attı. Uyuşturucu–kara para–bahis üçlüsünün neoliberal ekonomilerin can damarlarından biri hâline gelmesiyle, başta futbol olmak üzere neredeyse tüm spor dallarının endüstriyelleşmesi iç içe geçerek gelişti. Futbol, kapitalistleştirilebilmesi için mi endüstriyelleştirildi, yoksa bahis, kara para ve suç gelirlerinin aklanması için mi bu yola girildi, bilinmez. Gerçi kara para ve suç geliri olmadan kapitalistleşme mümkün mü, o da ayrıca tartışılır. Naklen yayın gelirlerinden spor tekstiline kadar uzanan devasa bir üretim-tüketim sisteminin besleyiciliğini de eklemek gerekir. Futbol takımı formalarının her yıl yeni tasarımlarla piyasaya sürülmesi, renk sınırlamalarının kaldırılması gibi onlarca etken bu süreci hızlandırdı. “Sporla aklama” (sportwashing) pratiği ise özellikle antidemokratik devletlerin, işledikleri insan hakları ihlallerini spor yatırımlarıyla görünmez kılmalarının başlıca yöntemlerinden biri hâline geldi.

Futboldaki bu yapısal dönüşümün doksanlı yıllarda başladığı, iki binli yıllardan itibaren ise sistemin tamamına egemen olduğu biliniyor. Takımlar, lig düzenlemeleri ve uluslararası turnuvalar dönüşürken taraftar kimliğinin değişmemesi düşünülemezdi. Eskiden bir takımı tutmaya anne, baba, abi ya da dayıdan öğrenerek başlanırdı; ya da bir takım büyük bir başarı kazandığında yeni kuşakların kendilerini o takımda bulmaları kolaylaşırdı. 1970’li yıllarda dünya futbolunu Brezilya kasıp kavururken, Fenerbahçe’nin Brezilyalı futbolcu ve teknik direktörler getirmesi çocukların ve gençlerin ilgisini daha çok çekmişti. Galatasaray’ın 2000 yılında Türkiye’ye tarihinin ilk ve tek UEFA Kupası ve Süper Kupa şampiyonluğunu getirmesinin ardından taraftar sayısını belki de iki katına çıkardığı söylenebilir.

Ve sonra AKP geldi…

AKP’nin en büyük başarısı —ya da yol açtığı en büyük hasar— kendisinden yana olanlara sağlanan fiilî dokunulmazlık oldu. Ne yasa ne de herhangi bir kural bir AKP’li için bağlayıcıydı. AKP’nin (Reis’in) tek beklentisi vardı: Onun isteklerini yerine getirdiğin sürece sen de her istediğini yapabilirdin. Bu ayrıcalık, kamu bankalarından yüz milyonlarca dolar kredi alıp geri ödememeni de mümkün kılabiliyordu; yeter ki satın aldığın medya AKP’nin borazanı olsun. Arabanın içinde kokain çekerken poz da verebiliyordun; yeter ki AKP danışmanı ol. En iyi kadrolara yerleşmek için KPSS’den yüksek puan alman da gerekmiyordu.

Özcesi, “Ben her şeyi yapabilirim; sen ise hakkını bile koruyamazsın” ilkesinin bir kimliğe dönüşmesiydi yaşanan. Sistem, kurala uymayanlara avantaj ve başarı getirirken; kurala uyanların ya da uymak zorunda bırakılanların başarma ihtimali giderek ortadan kalkıyordu. Takımlardan biri UEFA ve FIFA’nın transfer limitlerine uymak zorundayken, bir başka takım bu limitlerin bağlayıcılığından fiilen muaf tutuluyor; istediği gibi para harcayıp istediği kadroyu kurabiliyordu. Sonuçta her yıl yalnızca bir takımın şampiyon olduğu ve bu şampiyonluğun resmen tescillendiği bir düzende, “başarı, nasıl elde edildiğinden daha önemli ve yeterli” görülmeye başlandı. Dahası, kural ihlaliyle elde edilen başarı daha da güçlü biçimde sahiplenilir oldu.

Otoriterliğin ve zalimane baskının yükseldiği dönemlerde, kurala uymadan kazanılan başarılar sıradan insanı büyüler. Başarı, iktidara rağmen değil; iktidarın kurallarını ihlal ederek geldiğinde daha da büyüleyicidir. Zenginin soyguna uğramasına sevinen çok olur; fakat asıl büyüleyici olan, iktidarın göz yummasıyla yapılan soygundur. Çünkü fail hem soygunu yapar hem de cezalandırılmayacağını bilir; hatta sırtının sıvazlanacağından emindir.

Böylece otoriter, zalim ve çifte standartlı iktidarların etrafında bir kimlik kümelenmesi oluşur. İktidarla iyi geçinen, onun sözünden çıkmayanların tası dolmaya başlar. Peki iktidar bu kimliği neden besler? Çünkü hem işini gördürür hem de göz yumduğu suçların kaydını tuttuğu için, dilediği an ensesinde boza pişirebileceğini bilir. Demem o ki, iktidarın çanağından kuralsızca beslenenler bir süre sonra iktidar tarafından rehin alındıklarını fark ederler. Ama çoğu zaman iş işten geçmiştir. Dokunulmazlık sandıkları imkânların içine hapsedilmiş birer kurbanlık koyuna dönüşmüşlerdir.

Fenerbahçe Futbol Kulübü’nü yönetenler bunu ister miydi bilinmez; ancak Fenerbahçe taraftarı, işte bu kimlik değişimine ve bozulmasına 2011 yılından bu yana itiraz ediyor. Belki de toplumda biriken tepki, kendisine başka bir siyasal parti, alan ya da örgüt bulamadığı için Kadıköy tribünlerinde kendine yer açabildi.

Tarihte olaylar, mekânlar, kimlikler ve semboller birbirinden kopuk biçimde eklemlenmez. Geleceğe bakarken, geçmişte ayağımızı basacağımız yeri de arzuladığımız geleceğe göre seçeriz.

2026, taraftarın sıçramak için ayağını basacağı geçmişi Fenerbahçe tarihinde bulduğu bir yıl olsun.