Emperyalizm Beylikova’yı seçti

Hindistanlı politik iktisatçı Prabhat Patnaik, People’s Democracy’de Haziran 2025’te yayımlanan Mineraller ve Emperyalizm Üzerine Bir Kez Daha (Once More on Minerals and Imperialism) başlıklı yazısında, emperyalizmin çağdaş biçimini “madenler üzerinden kurulan bağımlılık zinciri” olarak çözümlüyordu.

Patnaik’e göre Sanayi Devrimi’nden bu yana metropol kapitalizminin temel özelliği, üretim için gerekli hammaddeleri kendi sınırları dışındaki bölgelerden sürekli, düzenli ve düşük maliyetle temin etme zorunluluğudur: “Sanayi kapitalizminin ortaya çıkışı, metropolün hammaddeleri üretildikleri yerlerden düzenli biçimde temin edebilmesine bağlıydı. Bu durum, o günden bu yana zerre kadar değişmedi” diyor Patnaik.

Patnaik’in de dediği gibi emperyalizmin bu biçimi bugün de sürüyor; doğrudan sömürgeciliğin yerini ekonomik ve kurumsal bağımlılık mekanizmaları alıyor: “Neoliberal rejimlerin küresel Güney’e dayatılması, bu ülkelerin doğal kaynakları üzerindeki kontrolün yeniden metropol sermayesine geçmesini sağladı ve daha “istikrarlı” bir emperyal düzen yarattı. Böylece darbelerin gerekliliği azaldı; çünkü bu ülkeler üzerinde uygulanan yapısal kısıtlamalar, artık hükümet değişikliklerinin yerini aldı.”

∗∗∗

Maden ve enerji gibi stratejik kaynaklar üzerindeki denetim darbelerle değil, borç rejimleri, serbest ticaret anlaşmaları ve yatırım yasaları aracılığıyla kuruluyor. Ve böylece Küresel Güney de fiilen metropol ekonomilerin hammadde sağlayıcısına indirgenerek sömürülüyor.

Bu tartışma bugün nadir toprak elementleri etrafında yeniden karşımızda. Patnaik, ABD-Çin gerilimini örnek gösteriyor. Trump yönetiminin Çin mallarına ek vergi tehdidine karşılık Pekin’in nadir element ihracatını durdurması, “Metropolün “dışarıdan” gelen maden ithalatına bağımlılığının kritik doğası”nı açığa çıkardı diyor: “ABD, Çin dışında hiçbir ülkeden Çin üretimini karşılayacak miktarda nadir toprak elde edemedi.”

Bugünlerde ülkemizde de gündem olan nadir element konusu da bu sürecin bir parçası. ABD’nin Grönland’daki maden sahalarına yönelmesi nasıl bir “ikame arayışı”ysa, Eskişehir’e yönelmesi de aynı emperyal refleksin parçası.

∗∗∗

Kısaca hatırlatalım, Beylikova 694 milyon tonluk olduğu söylenen nadir toprak elementi rezerviyle Türkiye’nin son yıllardaki en büyük maden projesi. Enerji Bakanlığı burayı Çin’deki Bayan Obo’dan sonra dünyanın ikinci büyük yatağı olarak tanımlıyor. Geçen hafta Türkiye’nin bu rezervin işletilmesi ve olası satışı konusunda ABD ile görüşmelere başladığı yönündeki haberlerle gündeme gelmişti. Daha önce Çin ve Rusya ile de temas kurulmuş ancak sonuç alınamamıştı.

Patnaik’e göre ABD emperyalizmi bu krizi, Küresel Güney’i yeniden zayıflatma politikalarıyla aşmaya çalışırken yeni bir anti-emperyalist direniş dalgasını da doğuruyor:

“Ancak neoliberal düzen kriz içindeyken ve ABD emperyalizmi bu krizi diğer ülkeleri, özellikle de küresel Güney’i zayıflatma politikalarıyla aşmaya çalışırken, durum değişmeye başladı. Bu ülkelerdeki anti-emperyalist direniş güçlenecek ve doğal kaynakları, özellikle madenleri üzerindeki kontrolü yeniden kazanma mücadelesi önümüzdeki dönemde daha da büyüyecektir. Kapitalizmin krizi, emperyalizmi hem daha savunmasız hem de daha acımasız hâle getirmektedir.”

Neticede nadir elementler üzerinden sürdürülen politika, bağımlılığın kurumsallaşmasının yeni bir biçimini ortaya koyuyor. Esasen Türkiye’de maden, enerji gibi alanlardaki politikalar bu yapısal bağımlılığı halihazırda içselleştirmiş durumda. Bu denklem değişmezse, Beylikova emperyalizmin yeni biçimine uygun şekilde Türkiye’yi küresel mineral zincirinin alt halkası olarak tutacak. Dolayısıyla Beylikova, egemenlik ve toplumsal denetim konusunda bir sınava dönüşmüş durumda. Emperyalizmine karşı gerçek bir yanıt ise dış baskılar kadar, bu bağımlılığı yeniden üreten siyasal ve kurumsal düzenle hesaplaşmayı gerektiriyor.