Dünyanın bütün Beyoğlulularına

İnan GÜNEY – Tutuklu Beyoğlu Belediye Başkanı

Giovanni Scognamillo biyografisi olan Bir Levantenin Beyoğlu Anıları’nda bir pasaja şöyle başlıyor: “O dillere destan olan Pera’ya yetişemedim…”

Beyoğlu tarihin her döneminde özlenen, geçmişi ve ihtişamı aranan ve yetişmesi imkansız bir kent olmuş. Beyoğlu’nu Beyoğlu’ndan büyük yapan da bu özgünlüğü.

Coğrafyamızın kendine haslığı ve değişim daima Beyoğlu’nda kristalleşiyor. Öyle ya İstanbul Türkiye’dir, Beyoğlu ise İstanbul’dur. -Tüm Türkiye’de Belediye Başkanları tutuklanırken beni es geçmemeleri bundan herhalde-

Beyoğlu daima görkemliydi. Hayatın anlamını İstiklal’de bir aşağı bir yukarı yürürken bulduğunu söyleyen Sait Faik’in ifadesiyle “Beyoğlu bir âlemdir. Beyoğlu yaşayan, cıvıldayan, kaynaşan, rahatlayan, gülen, eğlenen, yalnızlığa çâre bulan ışıklı, hem şıkır şıkır, hem koku gibi buram buram ışıklı nefis bir caddedir.”

Hepimizin ortak anıları, çocukluğu, gençliği, aşkları, anıları sokaklarına sinmiş, bizden biriktirdiklerini bizden sonrakilere taşıyan, toplumun elinden çıkma kolektif bir sanat eseri Beyoğlu. En sevdiğimiz haliyle kalmasını arzuladığımız ve her değiştiğinde kahrolduğumuz, asla yetişemediğimiz bir yer…

İki farklı Beyoğlu’ndan bahsedilir hep. Kimisi gündüz ve gece diye ayırır Nihat Sırdar gibi: “Gündüzleri gezerken öğreten, doyuran, koruyan, bilgilendiren Beyoğlu, aynı günün gecesinde eğlendiren, hüzünlendiren, teselli eden, dertler denizinde boğulmak üzereyken kurtaran bir Beyoğlu…”

Ben ise iki farklı Beyoğlu’nu, iki ayrı yakada görenlerdenim. İhtişamımızın kaynağı ışıkların gerisinde, arka sokaklarımızda, mahalle aralarında kalan gölgede bambaşka bir Beyoğlu var. İçinde kederin, geçim derdinin, umudun ve şehre tutunmanın yaşandığı bambaşka hayatlar…

İki Beyoğlu arasındaki ilişki tutkulu ve geçimsiz iki aşığı andıran gitgellerle dolu. İkisi de birbirini beğenmez, ikisi de birbirini dinlemez, ama biri olmadan diğeri de var olamaz. Hangisinin iyi, doğru ya da olması gereken olduğuyla ilgilenmiyorum. Çünkü bu çekişmede taraf olmak, Beyoğlu’nu olduğu gibi ve bütünüyle kavramaya engel olur.

Ama yine de insan sormadan edemiyor? Hangisi gerçek Beyoğlu?

Gündüzü başka, gecesi başka; dünü başka, şimdisi başka; Cihangir’i başka, Kasımpaşası başka; ışığı başka, gölgesi başka…

Her dönem mutlaka Türkçe’si aksanlı birileri hep vardır ve daima aksan değişir ama İstanbul Türkçesini en güzel konuşanlar da muhakkak Beyoğlu’nda yaşar…

Mevlevihanesiyle, camileriyle, kiliseleriyle, havralarıyla her dilden duanın edildiği, her köşesinde başka bayramı kutlayan, duaların sesi birbirine karışan, manevi dünyası da maddi olan kadar zengin Beyoğlu…

Beyoğlu’nda geçen bir ömrün sonucunda kendimce bir cevaba ulaştım: Beyoğlu tüm başkaların bir arada var olabildiği yerdir. Her çiçekten nektar toplayıp bal yapan arıların yuvası gibi, kendi kültürünü taşıyan envai çeşit insanın gelip harman olduğu bir kültürel kovan. Farklılıkların zenginlik olduğunun yaşayan kanıtı…

Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan kendi karmaşası içindeki ahengi ve hepimize rağmen en önce değişerek, en öncü olmaktaki kusursuz başarısı.

Silivri’de hücremde tekdüze ve alabildiğine monoton birbirinin aynı günlerimde, Beyoğlu’nu ve onun asla yerinde durmayışını çok özlüyorum. Aksi ne mümkün. Beyoğlu’ndayken bile Beyoğlu’nu özlüyoruz. Bugün eski Beyoğlu’nu özlüyoruz, yarın bugünkü Beyoğlu özlenecek. Ve sonra yine… Sonuçta biz yolcu, Beyoğlu hancı.

Bursa’da üniversite okuduğum yıllarda üç ayda bir geldiğim İstanbul’da ilk iş 54ÖR’e(*Örnektepe-Taksim hattı) binip Taksim Meydanı’na gitmek olurdu. Meydandan Tünel’e kadar yürür, Beyoğlu’nun eşsiz güzelliğini, kalabalıkların telaşını, tarih sinmiş binaları, tramvayın zilini solurdum. O zaman hissederdim yuvama döndüğümü. O yaşlarda da şimdi olduğu gibi  bağımlıydım Beyoğlu’na. Silivri’den çıktığımda, yine bineceğim 54ÖR’e, yine ineceğim o meydanda ve yürüyeceğim aynı yolu Beyoğlu’ma kavuşmak için.

Ancak özlediğim, sadece geceyi aydınlatan ışıklı caddeler değil.

Görevim boyunca caddelerin parıltısının arkasına gizlenmiş, dikkatli bakmadan görülmesi imkansız hayatlara dokunmayı önemsedim.

Bir başına yaşayan yaşlılara, yarınından tedirgin gençlere, belalı sokakların bıçkın delikanlılarına, çaresizliğine iç çeken annelere, küçük evlerde büyük hayaller kuranlara dokundukça Beyoğlu’nun zenginliğinin eğlencesi ve pervasızlığından öte bir derinlik taşıdığını anlıyor insan. -Tabi, arka sokaklara girmek ayakkabınıza toz bulaşması demek. Böyle olunca da yeterince elit bulmayanlar, dudak bükenler olabilir. Neyse ki Beyoğlu bunu da sineye çekecek hoşgörüyü insana öğretiyor.

Başka hangi kent insanına her seferinde iyisiyle kötüsüyle yeniden hayret edecek şeyleri bu kadar cömertçe sunabilir?

Sözüm; tüm planlarımızı alt-üst eden hayat denilen oyunun bir evresinde Beyoğlu’nu yaşamış ve yerkürenin dört yanına saçılmış tüm komşularıma, dünyanın bütün Beyoğlulularına: Elbette bizden daha kalabalık şehirlerde yaşamış insanlar vardır. Mutlaka bizden sayıca fazla hemşehri grupları da bulmak mümkündür. Ama ister özlemle, ister pişmanlıkla, ister heyecanla, ister tebessümle, ister gözyaşlarıyla analım: Kimse şehrini bizim kadar sevemez, kimsenin bağı bizim kadar yoğun değil. Kimsenin kenti içine bu kadar işlemeyi başaramaz.

Işıklar kapanacak, ben uyuyacağım, Beyoğlu’nda ise hayat akmaya devam edecek. Yarın gün doğup avlu kapım açıldığında, Beyoğlu çoktan yeni güne başlamış olacak ve ben yetişemeyeceğim. Olsun, Beyoğlu’na yetişmek zaten imkansız.

Giovanni Scognamillo ile başladık onunla bitirelim:

“Bir Beyoğlu reenkarnasyonuna inanmıyorum, istemiyorum da. Kimse, yanılmıyorsam, geçmişi geri getiremez. Böyle bir fantastik ihtimal olsaydı bile karşı çıkardım, dünü geçmişe, yarını geleceğe bağlayanlardanım çünkü. Sonuçta: Sic transit gloria Beyoğlu! (*İşte Beyoğlu’nun ihtişamı böyle geçiyor!)“

*Marmara Ceza ve İnfaz Kurumu 9 Nolu Cezaevi B26 Koğuş/Silivri/İSTANBUL