Bitmesin istediğim şeyler var bitmesini istediklerim gibi. Şu an duyduğum gitar sesi, sanki gözlerimi son kez yumuyorken huzurla dinlediğim. Gözleriniz var kiminizin ve gülüşleri… Sesler, yüzler, evler… Hayat bu sıralar kimin adını ansam karşıma çıkarır olmuş. Bana düzgün bir veda şansı mı yeni başlangıçlar mı sunduğunu bilmediğimden, artık bünyem çabalamayı kaldırmadığından sadece ve sadece akıp gitmelerine izin veriyorum. Vedaları tamamlanmamış bırakıyor ve başlangıçların önünü kesiyorum. Merak etmediğimden değil, aynı sayfada olabilmeye dair umutsuzluğumdan. Ve çok sıkıldım bu döngülerden; hayal kırıklıklarından, netliğin yokluğundan, yüreksizlikten, acımasızlıktan…Büyükannemin ilk eşi vefat ettiğinde, akrabaları tarafından evi boşaltması için taşlandı. Pencereleri kırıldı. Kucağında ilk çocuğu ile kaçıp gitmek zorunda kaldı. Dedem ise kendinin kim olduğunu bilmeden on dokuzunda ilk kez evlendirildi. İlk çocuğu doğduğunda o askerdeydi. Eşi ise ölüm döşeğinde. Ona yazdığı mektupta ‘güzel mavi gözlerini son bir kere göreyim’ yazmıştı. Dedem öylesine ürkekti ki bir gün izin alıp dönmeye yeltenmedi. İlk eşi, o askerde iken öldü. Çocuğa ise bir teyzesi bakmaya karar verdi. Büyükannemin ilk çocuğuna onun teyzelerinin bakmaya karar vermesi gibi. Bu iki insanı buluşturdu işte hayat. Acılarını aktara aktara dolup taşmış bir aile. Savaş zamanları Suriye sınırında kendine tecavüz edilmesin diye genişçe bir ağacın ardına saklanan yahut eşinin kapı ardı dayaklarına maruz kalan, hamile kalmak ile ilgili bir seçim şansı olmayan, fedakarlıklardan fedakarlık çıkaran büyük büyükannelerimiz ve savaşlarda koşturmuş, empatiden yoksun, tüm hayatını arzuları çevresinde geçirip yenilgiden yenilgiye koşturmuş dedelerimiz; ne eşlerine ne çocuklarına ne de bir tokatla bayılttıkları koyunlara pek bir acıma duygusu geliştirmemiş ancak çok çok garip şekilde, etrafındakilerin güven ve sevgi duyduğu dedelerimiz…
‘Beni bir reyhan ağacının altında bahhur kokusu ile süsleyin. Denizin tuzundan alayım bir hektar. Bizim vücut diyip de kiminin ceset dediği bu et parçasındaki izleri temizlesin. Ağzımı kurutsun biraz. Biraz da gözlerimi kapamama sebep olsun. İhtiyacım var. İhtiyacım var su altında duyduğum sessizliğe ve o suyla bütünleşmeye. Kuma uzanayım birkaç gün ve birkaç saat. Beni tarihimle baş başa bıraksanız son demlerini de yok etmeden. Geçmiş atalarımla iletişim kurduğum yerlere. En çok insan olduğum. Bana ruhumu geri veren. Geze geze savrulayım biraz. Sonra doğrulayım. Ama sonra.’
Dedemin ilk evliliğinden oğlu Refah… Yoklukla büyüdü. Annenin yokluğu kabul edilebilirdi. Çünkü geri dönme şansı yoktu. Baba ise araba ile iki buçuk saatlik bir mesafedeydi ancak yoktu. Yok… Küçük yaşta çalışmaya başladı. Genç yaşta aşık oldu. O kadar yoksuldu ki sevgilisi doldursun diye uzattığı içi boş avucundan başka bir şeyi yoktu. İşte o eli tuttu sevgilisi. Kimse tanımıyordu onu, umursamıyordu da. Yıl dönümlerinde komşunun bağından bir demet yeşil üzüm kopardı. Bizim coğrafyada kutsaldır. Sevgilisini almaya gitti hediyesi olan bir demet üzümle. Yaprağından kulağına süs yaptı. Üzümü uzattı. Yıldönümünü kutladı. Sevgilisi ağladı. Bir pastanede çalışıyordu. Talih yüzüne güldü bir gün. Patronu işi bırakacağını söyledi. Ama onun sürdürmesini istiyordu geleneği. Kimi baharatlı kimi tatlı kurabiyeleri yapmaya devam etmesini. Ancak ona içi boş bir dükkan ve ismini bıraktı. O yokluklara alışkındı. Sevgilisiyle evlendi. Saat sabah 4'te başlıyordu iş başı. Evinde eşiyle poğaça ve kurabiyeleri hazırlıyor, dükkana götürüp satıyordu. Herkes onu Mehmet oğlu Servet diye tanırdı. İnsanlar bu yetimi sevmişti. Adının hakkını verecek bir güce sahip oldu. Sessiz, sedasız ve küçük ailesiyle yalnız.
Büyük amcalarımdan ikisi aynı dul kadını sevdi. Biri daha çok istedi. Bir gün o amca adına fal bakılırken falcı bayıldı. Kadının lanetli olduğunu ilan ediyordu. Onunla her kim evlenirse öleceğini söyledi. Ne ilginçtir ki amcam bundan geri durmadı. Evlendi. Ve gerçekten de genç yaşta hayatını kaybetti. Kadın ise ailenin zalimliğinin yarattığı kalp kırıklığını kaldıramadı ve başka bir ülkeye, çöllere taşındı. Hiç evlenmedi. Onun ölümüne üzülmekten çok kadına üzülmüştüm. Kadını merak etmiş, onu etmemiştim. Acaba ondan mı geçti ki bana, beni yaralayacak olanları daha fazla sevdim. Yaralandım, yaralandım, yaralandım. Acı çektim, sallandım, yıkıldım. Yıkılmayı zayıflık sanıyor insanlar. En az yüz veya bin kere yıkılmadan ‘ben’ olabilenler yazsaydı adını aşklar veya tarih sayfasına, o sayfalar ne boş ve ne sıkıcı olurdu. Dayanıklı olmak, şefkatli olmak yorucu. Her şeyin fazlasının yarattığı zarar bu olsa gerek. Bir gün bir bakıyorsun ki dayanıklı olmak zorundasın, insan hikayeleri dinleyip her birinin yarasına ortak olmak… İşte orada başlıyorsun yorulmaya. Annemden gördüm, kendimden… Durum o ya, varoluşun başkaları için bir konfor alanına dönüşünce yorgunluğun da bir tek seni ilgilendirir olmuş bu iki uçlu ama tek taraflı ilişkiler hapislerinde. Öyle olunca kendi kaynağından tüketiyor insan. O yüzden su kaldırsın istiyorum beni her gün. O bana insanlardan daha şefkatli. Ve o yüzden susuyor annem. Sevdiklerinin derdine koşarken onun dertlerinin iki dakikalık değerinden… Ona da sessizlik ve tasasızlık istiyorum. Gün geliyor artık ‘dinlemek istemiyorum’ diyorum, ‘duymak istemiyorum’. Çünkü suratım çok donuk ve tepkisiz kalıyor. Çok fazla dinlediğimden…
Refah’ın sert, dobra ve keskin bakışlı babası ikinci evliliği ile beş çocuk sahibi daha oldu. Onlardan erkek olanlarını, on bir yaşında sabahın köründe sanayi sitesinde çalışmaya yollayacaktı. Ve o çocuklar elli yıl boyunca çalışmaya devam edeceklerdi. Çocukluklarındaki bir bahçeyi veya sahili görme uğruna risk alıp her şeylerini kaybedeceklerdi ileride. Ve daha da çalışmaya mahkum hissedeceklerdi. Ama yetmiş yaşında geldiklerinde, işte o zaman bir ev yapacaklardı kendilerine birer birer. O zaman rahat edeceklerdi. Bir daha pek rahat edemeyecekleri zaman. Kızları da büyüdükçe o evden kaçıp gitmek isteyeceklerdi. Kırk yıl sonra ise o sokaklarda gezmeyi, o sahilde yürümeyi özleyeceklerdi. Yine çok garip bir şekilde, hepsi babalarına az biraz bağlı kalacaktı. Refah bile. Sürekli onu ziyarete gidecekti. Bazen onu şehrin en tepesinde, babasının doğduğu kilisenin karşısındaki lüks evine götürecekti. Ona Fairouz ve birtakım başka sanatçılardan şarkılar açacak ve şarkılara eşlik edişini izleyecekti. O, müzik eşliğinde geniş salıncaktan ayakları altındaki şehri izleyerek keyiflenirken Refah ise masada, her zamanki gibi kendi ruhsallığında yalnız, içinde hissettiği boşluğa içecekti. Oradaki herkes gibi o da kuracaktı geniş sofrasını. Kazanlar kaynamaya devam edecekti. Dumanlar tütmeye devam edecek ancak her geçen yıl daha silik kalacaktı. Ailemizin hüzünleri özüne dönüp tekrarlanmaya devam edecekti. Dalgalar da aynı döngüler halinde özüne dönecek ancak her geçen yıl sular daha da çekilecekti. Beni kıyıya vuracak kadar güçlü olmayacaktı deniz. Ama son derece sitemli, ona haksızlık ettiğimi düşünen eski bir dostum gibi davranacaktı. Eskiden hiç taşımadığı devasa kayaları bünyesinde tutarak hırçınlıkla acı çekmemi, onu fark etmemi isteyecekti. Bense içimde yoğun bir buruklukla düşüşlerime kahkaha atacaktım. Ve hava görkemini yitirecekti. Babaları elden ayaktan düştüğünde tatlı ama acımasız adamın ezilmiş ve yalnız çocukları ona nasıl bakacakları konusunda şaşıp kalacak, tartışacaktı. Çünkü onlu yaşlarından itibaren ‘yaşam’ dedikleri zorunlu akışın dokularına işlemiş komutlarla hareket etmekten başka bir şey yapmamışlardı.
Döngüler was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.